MİT ile PKK arasında Oslo görüşmeleri yaklaşık üç yıl sürdü ve görüşme tutanakları polisiye bir yöntemle Ekim 2012’de kamuoyuna sızdırıldı. Kimin, neden ve nasıl sızdırdığı tartışmaları PKK, hükümet ve Gülen Cemaati arasında karşılıklı suçlamalara neden oldu. 2009’dan bu güne, MİT ile PKK’yi temsilen Abdullah Öcalan arasında yapılan görüşmelerde üçüncü bir taraf yok. Oslo’da üçüncü tarafın İngiltere olduğu söyleniyor ama kimler, pozisyonları ve yetkileri konusunda tarafların kamuoyuyla paylaştıkları şeffaf bir bilgi yok.
Devlet, Oslo süreci ardından arabulucu olarak uluslararası toplumdan üçüncü bir tarafın görüşmelere katılmasını istemiyor. Oslo görüşmelerinin deşifre edilerek uluslararası tarafın arabuluculuktan düşürülmesine bugün bakınca, olayın sadece Gülen Cemaati ile hükümet arasındaki hesaplaşma veya Kürt sorununa yaklaşımdaki anlaşmazlıklar olarak değerlendirmek yeterli değildir. Sonuçta bu operasyon sonucu hükümet uluslararası üçüncü mekanizmayı saf dışı etmiştir.
Bu yüzden başlangıçta “Demokratik Açılım” daha sonra “Kardeşlik ve Milli Birlik Projesi”, ardından da “Milli Müzakere” olarak adlandırılan bu süreç ikili bir şekilde sürüyor.
Kandil’deki PKK yöneticileri, müzakerenin önkoşullarından biri olarak, süreci denetleyen ve tıkanıklara müdahale edecek üçüncü bir tarafın gözlemci olarak katılımının sağlanmasını istiyorlar. Fakat yakın döneme kadar üçüncü tarafın konunun uzmanı, “bağımsız” pozisyona sahip, Türkiye ve Kürdistan’daki kanaat önderlerinden mi yoksa uluslararası toplumdan mı olması konusunda PKK’nın ısrarlı bir tercihi yoktu.
IŞİD’in Kobani’ye saldırısı, ABD öncülüğündeki ittifak güçlerinin IŞİD mevzilerini bombardımanı ve Güney Kürdistan Hükümeti’nin Kobani’deki Kürt güçlerine silah yardımı, PKK’nin uluslararası güçlerle ilişkilerinin gelişmesine katkı sağladı. Bu gelişmeler ardından üçüncü gücün uluslararası toplumdan olmasını, bunun Amerika Birleşik Devletleri de olabileceğini Kandil’deki PKK yöneticileri artık açık bir şekilde dile getiriyorlar.
Abdullah Öcalan da, basına yansıdığı kadarıyla masada gözlemci bir tarafın olmasını, bu tarafın hükümetin oluşturduğu Akil İnsanlar Heyeti’nden dokuz ve dışardan bir katılımcıyla on kişiden oluşacak bir komisyon şeklinde öneriyor.
Hükümet de üçüncü bir tarafın sürece katılması hazırlıklarını yaparken, bu mekanizmanın uluslararası toplumdan olmasını istemiyor. Öcalan’ın formülasyonu, hükümetin “Milli Göz” olarak adlandırdığı bileşimle uyuşurken, Kandil’deki PKK yöneticilerinin uluslararası toplumun gözlemci olması talepleriyle uyuşmuyor.
Uluslararası toplumun, devletlerin siyasi sınırları içinde ve dışındaki ihtilaf ve çatışmalara müdahil ve hakem olma hakkı var. Kürt ve Kürdistan sorunu, Ortadoğu’daki istikrarsızlığın nedenini oluşturan sorunların başında gelmekte ve uluslararası toplumun bu soruna müdahil olmaması bölgede kalıcı ve adil bir barışın sağlanmaması anlamına geliyor.
Devletin Kürt sorununa ilişkin “siyasi çözüm” yaklaşımıyla, Kürt halkının Kürdistan’da kendi kendini yönetebileceği statü talebi arasında derin uçurumlar var. Hükümetin uluslararası üçüncü bir tarafı soruna müdahil etmesi, Kürdistan sorununun daha da uluslararası platforma taşınması, sürecin kısmi olarak kendi kontrolünden çıkması, terazinin ibresinin de aleyhine dönmesine neden olacağı korkusudur. Bu açıdan hükümet “milli göz” alternatifini öne çıkarıyor. Oysa çatışmanın taraflarından birinin tek taraflı oluşturduğu komisyonların meşruiyeti, itibarı ve işlerliği olmayacağı dünyanın çatışmalı bölgelerinde yaşanarak kanıtlanmıştır.
Türk devleti, uluslararası alanda etnik, dinsel çatışma alanlarında birçok ülkede resmi ve gayri resmi birinci derecede veya üyesi olduğu uluslararası örgütlerin aracılığıyla arabuluculuk rolü üstlenmiştir. Örneğin Filipinlerde, Filipin hükümeti ile Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) arasından Türkiye’nin de üyesi olduğu Uluslararası Temas Grubu’nda (International Contact Group) üçüncü bir taraf olarak barış görüşmelerinde bulunmuştur. Yine Gürcistan Abhazya, Kolombiya, Kıbrıs ve Orta Amerika’daki uyuşmazlıklarda Uluslararası Temas Grubu’nun üyesi olarak direk veya dolaylı arabuluculuk rolü üstlenmiştir.
Ortadoğu’da gerek İslami devletler ve gruplar arasındaki çatışmalarda, gerekse radikal İslami grupların batılı güçlerle arasındaki problemlerde Türkiye arabuluculuk görevi yapmış ve yapmaktadır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, İslam Konferansı Örgütü ve NATO’ya her gün Filistin, Suriye ve Mısır’a ilişkin görevlerini hatırlatan yine Türkiye’dir. Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisindeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde insan hakları ihlallerine müdahale eden ve Pekin ile konuyu görüşen Ankara’dır. Bu açıdan Türk devletinin uluslararası toplumun Kürt ve Kürdistan sorununa müdahil, hakem olmasına karşı çıkması kabul edilemez.
Üçüncü taraf tartışmaları bağlamında müzakere masasının bileşenlerinin kimlerin olacağı konusunda yalnızca devlet ile PKK arasında bir uyuşmazlıktan söz etmek eksik olur. Olası bir müzakere masasının kurulması durumunda PKK dışındaki Kürdistanlı siyasal çevrelerin de taraf olarak masada temsil edilmeleri gerekiyor. Çatışma çözümleri olarak kabul edilen Güney Kürdistan, Kuzey İrlanda, Güney Afrika, El Salvador ve benzeri ülke deneyimlerinde, hiçbir siyasi güç, ulusal grup, dinsel ve mezhepsel kimlikler müzakere sürecinin dışında bırakılmamışlardır. Bırakılmaları durumunda ise kalıcı ve adil barışın sağlanması hayat bulmamıştır.
Geçtiğimiz günlerde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, HAK-PAR ardından HÜDA-PAR’ı ziyaret ederek, Kürtlerin tek temsilcisinin İmralı ve HDP olmadığı, çözüm sürecinde söz söyleyecek, katkı sağlayacak kim varsa, onlar da sürece dahil edilmelidir açıklamasında bulundu.
PKK dışındaki Kürt siyasal bileşenlerinin sürecin bir parçası olma yönünde talepleri başından beri vardı. Silahların susturulması için BDP, HDP aracılığıyla PKK ile sürdürülen görüşmelere kimsenin itirazı olmamış, aksine süreç desteklenmeye devam edilmektedir. Fakat Kürt ulusunun ulusal ve demokratik hakları söz konusu olduğunda tüm Kürdistanlı partiler, sivil toplum örgütleri, etnik ve dini kesimler sürecin bir parçası olma taleplerini hem devlete hem de PKK’ye belirtmişlerdir.
Bu talep ile hükümetin son maverası arasında masumane bir ilişki görmüyorum. Yaşanan gelişmeler karşısında Öcalan, HDP ve Kandil arasında farklı ses ve yaklaşımlar, özellikle Batı Kürdistan’da (Rojava) şu veya bu biçimde oluşan statü, uluslararası güçlerin Kürtlerle ilişkileri hükümeti tedirgin etmiştir. Hükümet bu hamle ile Öcalan vasıtasıyla PKK üzerinde sürdürdüğü kontrolü kaybetmesi durumunda, PKK’yi diğer Kürt grup ve çevreleriyle karşı karşıya getirerek, hem PKK’yi dizginlemek hem de Kürt hareketinin diğer bileşenlerine dizayn vermek isteyecektir.
Hükümetin bu manevrasını Kürdistanlı siyasal güçler lehlerine çevirebilirler. Burada büyük rol ve sorumluluk PKK’ye düşmektedir. PKK, hükümetin restini görmeli, Kürdistanlı diğer politik aktörlerin kurulacak müzakere masasında temsillerini sağlayacak adımlar atmalıdır. Bu adımı atarken kendi dışındaki güçlerle ilişkilere taktiksel değil, samimi, uzun vadeli ve stratejik yaklaşmalıdır. Türk Sol hareketiyle yapmış olduğu ittifak, işbirliği ve enerjinin yarısını Kürdistanlı siyasal güçlerle yapabilme becerisini göstermelidir. Kürdistanlı siyasal güçler de aynı yaklaşım ve beceriyi PKK’ye karşı geliştirmelidirler.
Örneğin, Sri Lanka’da Tamil’in bağımsızlığı için mücadele eden Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları’nın 2009 yılında yenilgiye uğratılmasında, hükümetin askeri operasyonu belirleyici olmakla beraber, Tamil Kaplanları’nın kendi dışındaki siyasi grup ve sivil halka karşı tavrı yenilgiyi hızlandırmıştır. Dört parçadaki Kürdistan siyasal hareketinin tarihi de buna benzer örneklerle doludur. Kürtler düşmanlarıyla anlaşabildikleri beceriyi kendi aralarında anlaşma ve uzlaşma becerisine dönüştürüp, içselleştirseler önemli bir problemi çözmüş olacaklar.
Müzakereye giden yolda diyalog olarak adlandırılan bu sürece devletin “milli müzakere”, “milli göz” tanımlamaları Türk ulus devlet perspektifinin yaklaşımıdır. “Pazarlık yok!”, “taviz yok!”, “uluslararası toplumun hakemliği yok!”. Peki, o zaman ne var sorusunu sormamız gerekir.
Kalıcı ve adil bir barış, Kürtlerin kendi coğrafyalarında özerk, federe veya bağımsız bir statüde kendilerini yönetme hakkını elde etmeleriyle sağlanır. Bu hakkın güvence altına alınmasında uluslararası toplumun soruna müdahil olması şarttır.
Twitter: @cetin_ceko