Etnik ve ayrılıkçı ulusal isyanların sadece sert askeri yöntemlerle bastırılmasına Sri Lanka modeli denmektedir. Bu modele göre; güvenlik kuvvetlerine sınırsız operasyon yetkisi, sivil ölümleri ve İnsan hakları ihlallerinin soruşturma konusu yapılmaması, operasyonlara siyasi iradenin müdahale hakkı olmaması, isyancı güçlerle asla müzakere yapılmaması, uluslararası kamuoyunun baskısı ve evrensel hukukun dikkate alınmaması modelin temel karakteristik özelliklerini oluşturur.
2009 yılında Birleşmiş Milletler raporlarına göre Sri Lanka devletinin Tamil Kaplanlarına karşı uyguladığı harekatta çoğunluğu kadınlar ve çocuklar olmak üzere, sivil halktan 40 bin Tamil hayatını kaybetti.
Sri Lanka devleti kendi mantığı içindeki bu eylemiyle, ayrılıkçı ulusal isyanların sadece askeri çözüm yöntemiyle bastırılabileceğini dünyaya gösterdi. Oysa uluslararası toplumun arabuluculuk ettiği Sri Lanka hükümetiyle Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları (LTTE) arasında yıllardır süren müzakere ve dönemsel ateşkesler vardı. Sri Lanka hükümetinin bu tür bir imha operasyonuna, operasyonu planlayanlar dışında kimse ihtimal vermiyordu.
Başta Tamil Kaplanları olmak üzere, iki güç arasındaki uluslararası arabulucular ve dünya kamuoyu Sri Lanka’nın Tamillere karşı beklemedikleri toptan imha hareketi karşısında şoke oldular. Sri Lanka modeli, Tamil problemine benzer sorunlar yaşayan, demokratik normlardan uzak ve sorunu şiddetle bastırarak çözmek isteyen diğer ülke iktidarları için örnek ve ilham kaynağı oldu.
Ilımlı muhafazakar olarak sıfatlandırılan dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Tamil Kaplanlarına karşı gerçekleştirdikleri imha hareketinden dolayı, Sri Lanka Cumhurbaşkanı Mahinda Rajapaksa'yı telefonla arayarak tebrik etti.
2012’de Sri Lanka'nın Türkiye Büyükelçisi Bharthi Wijeratne de Türkiye Cumhurbaşkanı Gül'le yaptığı görüşmede, ‘eline silah alan kanlı bir örgüt ile ancak anlayacağı dilden konuşulabileceğini' ve ‘Türkiye'nin Sri Lanka'dan öğreneceği çok şeyin olduğunu’ söyledi.
Kaplanların ve sivil Tamil halkının bu kadar ağır darbe yemesinin nedeni, örgütün kurtarılmış alanları savunmada ısrarcı olmasıydı. Tamil Kaplanları bir gerilla örgütüydü, ama düzenli ordu gibi davranıyordu. Sri Lanka ordusunun havadan, karadan ve denizden saldırısı karşısında kurtarılmış alanlardan çekilmeyerek askeri anlamda büyük bir hata yaptı. Bir gerilla örgütü gibi savaşacağına, düzenli klasik konvansiyonel bir ordu gibi savaştı.
Aktüel olması açısından dünyada ilk canlı bomba yöntemini kullanan örgütün Tamil Kaplanları olduğunu belirtmekte yarar var. Kaplanlar, 1989’da Hindistan Başbakanı Rajiv Gandi ve 1993’de Sri Lanka Cumhurbaşkanı Ranasinghe Premadasa’ya canlı bomba yöntemiyle suikast yaptılar.
2009’da ağır yenliği alan Kaplanlar, liderleri Vellupiali Prabhakaran’ı çatışmalarda kaybettiler. Zaten bu stratejinin ve yenilginin sorumlusu örgütün mutlak lideri Vellupiali Prabhakaran kabul ediliyordu. Arabulucular ve gazetecileri saymazsak örgütün lider kadrosunun otuz küsur yıl dünyayla organik bir bağlantıları olmadı. Diasporadaki Tamil siyasi kadrolar ise, uluslararası konjonktürü okuyamayarak örgüt merkezine gerekli uyarıları yapamadılar.
Tamil Kaplanlarının en vahim yanlışı, Sri Lanka ordusunun saldırı öncesi açtığı güvenlikli bölgeye sivillerin geçişine izin vermemesiydi. Bu tavır sivillerin Sri Lanka ordusu karşısında hem kalkan hem de hedef olmalarına yol açtı.
BM ve İnsan hakları örgütleri 40 bin insanın hayatına mal olan 2008-2009 yılları arasındaki bu vahşeti raporlaştırdıklarında, gerek Sri Lanka devletini ve gerekse Tamil Kaplanlarını sivillere karşı savaş suçu işlemek ve insan haklarını ihlal etmekle itham ettiler.
İnsan hakları örgütleri, Sri Lanka hükümetini yaşanan problemi müzakereler ve siyasi diyalogla çözmeyerek sert askeri yöntemlere başvurduğu, çatışmalarda gerilla ve sivil ayrımı yapmayarak sivilleri de hedef aldığı için suçladılar. Tamil Kaplanları ise ordu birliklerinin saldırıları karşısında sivil halkı kalkan olarak kullandığı ve sivil ölümlerinin artmasına neden olduğu için suçlandı.
Sri Lanka devletinin Tamil Kaplanlarına karşı tavrıyla, Türk devletinin PKK’ye karşı tavrını karşılaştırdığımızda ortaya birçok benzerlikler ve farklılıklar çıkmaktadır.
Türk Devleti, cumhuriyetten günümüze, Kürt ve Kürdistan sorununu ‘irtica’, ‘aşiret direnci’, ‘eşkıyalık’, ‘bölgesel geri kalmışlık’, ‘yabancı kışkırtması’ ve ‘terör’ kavramlarıyla eş tuttu. Kürtlerin ulusal ve demokratik taleplerini yok saydı ve kimliklerini inkar etti. Sorunu bugün de olduğu gibi sert askeri yöntemlerle bastırmaya çalıştı.
Hiçbir zaman Kürt hareketlerinin kendi çizdiği yasal çerçevede ve uluslararası kamuoyunun kabul ettiği meşru alanda, potansiyel güç olmalarını istemedi. Sistemi etkileyen ve kilitleyen toplumsal ve siyasal güç haline geldiklerinde meşrutiyetlerini tartışma konusu yaptı ve baskı uyguladı. Tarihsel ve sosyolojik gerçekliklere direnerek yüz yıla yakın bir süredir sorunu şiddet yoluyla bastırma anlayışındadır.
Bu açıdan her ne kadar patent hakkı Sri Lanka’da olsa bile Türk devletinin Kürt sorunu karşısındaki tavrı ve uygulamaları her zaman için Sri Lanka modeli olageldi.
PKK, 1984’de silahlı mücadeleye başladığından bu yana Kuzey Kürdistan’da Tamil Kaplanları gibi kırsalda ve yerleşim birimlerinde kurtarılmış alanlar yaratmaya çalıştı. Ama bunu gerçekleştiremedi. Fakat, kırsaldaki gerilla mücadelesi yansıra, yurtsever Kürt potansiyelin yüksek olduğu yerleşim birimlerinde şehir savaşını denedi, deniyor.
Geçtiğimiz Temmuz ayından bu yana Silvan, Varto, Derik, Cizre, Diyarbakır, Sur, İdil, Yüksekova ve Nusaybin başta olmak üzere Kürdistan’ın bir çok il ve ilçesinde PKK gerillalarıyla devlet güçleri arasında yoğun çatışmalar yaşanıyor.
PKK’nin gerilla sayısını ve gücünü göz önüne alırsak, verdiği zayiatın örgütün askeri gücünü azaltan veya ortadan kaldıran hayati önemde bir zayiat olduğunu söyleyemeyiz. Hatta devem eden çatışmaların ardından PKK’nin dağ kadrosuna önemli ölçüde katılımın da olduğu bilgisi farklı kaynaklar tarafından teyit edilmektedir.
Çatışmalı bölgelerde şehir direnişi yapan güçler, ister PKK gerillası ister otonom gruplar olsunlar, Türk ordusunun PKK’yı Tamil Kaplanları gibi toptan imha etme şansı bulunmuyor. PKK’nin de "Kürdistan'da Türk ordusundan arındırılmış kurtarılmış alanlar yaratması" mümkün gözükmüyor.
Devletin hedefi PKK üzerinden sivil Kürt hareketi ve Kürt halkıdır.
Devam eden çatışmanın en dramatik yanı, sivil halkın iki ateş arasında kalmasıdır. PKK, Tamil Kaplanları gibi sivil halkın bölgede kalarak kendilerine kalkan olacağını, Türk güvenlik güçlerinin de hem bu nedenden hem de uluslararası kamuoyunun baskısından dolayı aşırı güç kullanamayıp üzerlerine gelemeyeceği hesabını yaptıkları anlaşıldı. PKK yetkilileri, sınırsız güç kullanımı ve toptan imha hareketi karşısında devletten bu kadarını da beklemediklerini, yanıldıklarını vahametin ortaya çıkmasından sonra itiraf ettiler. Bu itiraf, PKK’nin otuz iki yıldır savaştığı gücü hala tanımadığı eleştirilerini gündeme getirdi.
AKP hükümeti ve Erdoğan, yerleşim birimlerini yerle bir eden, gerilla ile sivili ayırt etmeden vuran yaklaşımının nedenini PKK olarak göstermektedir. Oysa asıl hedef; çatışmalı kaos ortamı yaratarak bölgedeki mevcut yurtsever Kürt potansiyelini 7 Haziran seçimleri öncesine çekmek, legal Kürt hareketini terör söylemi ve algısıyla marjinalize etmeye çalışmaktadır. Öz itibariyle devletin hedefi PKK üzerinden sivil Kürt hareketi ve Kürt halkıdır.
PKK, bütün uyarı ve ikazlara rağmen iktidarın bu tuzağına HDP'nin yüzde 80-90 civarında oy aldığı kentlerde "devlete karşı değiliz, ama devlete rağmen öz yönetimler ilan ediyoruz" diyerek cevap verdi. PKK’nın bu yaklaşımı Suriye’de Kürtlerin kazanımları başta olmak üzere birçok nedenle açıklanabilir.
Ama şu bir gerçek ki, 7 Haziran seçimlerinden başarı ile geçen, ‘bölgesel’ özerkliği savunan HDP'nin zaten sorunlu olan özerklik talebi daha da deforme edilerek elinden alındı. Özerklik isteminin kulvarı değiştirilerek sivil Kürt hareketinin eli zayıflatıldı. Yine bölgeden gelen bilgiler göre daha önce HDP, PKK bileşenlerinin yanında olan yurtsever potansiyel, HDP ve PKK’ye eleştirisel ve mesafeli yaklaşmaktadır. Türk devletine ise uyguladığı vahşetten dolayı aidiyet duygusundan ve ‘Türkiyelilik’ perspektifinden uzaklaştığı yönündendir.
Türk devleti, statüsüz Kürt ve Kürdistan siyasetinin hazır reçetesi olan ceberut devlet terörünü devreye sokarak, 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait, 1930 Zilan Ağrı ve 1938 Dersim’de yaptığı gibi Kürt halkına ders ve gözdağı veriyor.
Bu dersin özü şudur: Eğer sen devletin yanında değil de Kürt ulusal muhalefetinin yanında olursan, onu desteklersen evini başına yıkarım, yerinden yurdundan ederim.
Aynı Sri Lanka devletinin Tamil sivil halkına yaptığını Türk devleti de sivil ve savunmasız Kürt halkına yapmaktadır.
1980’de Diyarbakır 5 Nolu Cezaevinde Kürt siyasal kadrolarına, 90 yıllarda Kürdistan’da savunmasız halka yaşatılan vahşeti, bugün kadınından erkeğine, yaşlısından çocuğuna Cizre’de, Sur’da, İdil’de, Nusaybin’de ve Yüksekova’da PKK’nın yanlış siyasetinden dolayı Kürt halkı yaşıyor. Bu travmanın politik ve psikolojik geri dönüşü Türk devleti açısından hesap edilenden daha ağır olacağa benziyor.
PKK ise, gerek Kürt hareketinin diğer bileşenleri, gerekse Türk demokratları ve uluslararası camiadan gelen uyarılara rağmen, kendi halkının can ve mal güvenliğini tehlikeye atmaya devam ediyor. Tamil Kaplanlarının yaptığı hatayı yaparak sivil halkı kalkan olarak kullanarak, Kürdistan’a statü talebinin içini boşaltarak meşrutiyetini tartışma konusu yapıyor.
Vahim olan bütün eleştiri ve uyarılara rağmen PKK’nın hatasını sürdürmedeki ısrarıdır.
Sri Lanka, Tamil Kaplanlarını etkisiz hale getirdi ama Tamil sorunu hala ortada ve çözüm beklemektedir. Türk devletinin PKK’yi ortadan kaldırma şansı olmadığı gibi, Kürt halkına gözdağı vererek, evini başına yıkıp, yurdundan göç ettirerek Kürt ulusal muhalefetinden uzak tutma gayreti de boşunadır. Çözüm sivil siyasetin yolunu açarak tarafların diyalogla Kürt sorununu ele almalarından geçiyor.