Suriye’de ateşkesin hayata geçmesi durumunda Türkiye’nin ÖSO ile birlikte Ağustos’ta başlattığı Fırat Kalkanı harekâtının gerekçelerinden ve hedeflerinde biri olan YPG güçlerine karşı savaş pratikte boşluğa düşüyor.
Rusya, Türkiye ve İran’ın 20 Aralık'ta Moskova'da imzaladıkları Suriye deklarasyonu ardından 29 Aralık'ta da her üç ülkenin garantörlüğünde Suriye rejimi ile muhalif gruplar arasında ateşkes imzalandığı açıklandı. Açıklamayı bizzat Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin yaptı. Ateşkes kararına başta BM, ABD ve AB’den olumlu ve destekleyici açıklamalar gelse de, üçlü ittifakın Suriye sorununda batı blokunu resmin dışına çıkarma çabası, Cenevre görüşmelerine alternatif bir rol çalma girişimi olarak da değerlendiriliyor.
Buna karşın ateşkesin kalıcı olması ve her üç ülke dışında uluslararası toplumun desteğini almak için Rusya, ittifakın ateşkes anlaşmasını Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sundu ve tasarı kabul edildi. Ateşkese ne kadar uyulacağı konusunda taraflar temkinli davranıyorlar. Bu ise ateşkesin bıçak sırtında ve kırılgan olduğu anlamına geliyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da yaptıkları açıklamalarda ateşkesin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 2254 No'lu kararını da içine alacak şekilde kabul edildiğini belirttiler.
Peki, BMGK’nin 2254 No’lu kararı nedir?
Karar; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 18 Aralık 2015'te oy birliği ile kabul ettiği, Suriye'de acil bir ateşkesin sağlanması ve ülkede siyasi çözüme gidilmesini içermektedir. Kararda sivil hedeflere yönelik saldırıların acilen son bulması ile siyasi dönüşüme ilişkin bir ateşkes ve resmî görüşmelerin başlatılması çağrısı yer almaktadır. Ancak, terörist olarak görülen IŞİD ve El-Nusra Cephesi ateşkesin dışında bırakılmıştır. Bu gruplara yönelik saldırı ve savunma amaçlı eylemlerin devam edilmesi kararlaştırılmıştır.
Suriye’de ortak "düşman" konusunda iki temel farklı yaklaşım bulunmaktadır.
Birinci yaklaşım başını ABD’nin çektiği batı blokunun yaklaşımıdır; batı bloku Şam rejimi güçleri, IŞİD ve radikal İslamcı grupları düşman olarak görmektedir. İkinci yaklaşım başını Rusya ve İran’ın çektiği IŞİD başta olmak üzere radikal Sünni Selefi İslamcı grupları düşman olarak gören doğu blokudur.
Türkiye ise düne kadar göz yumduğu ve farklı biçimlerde destek çıktığı IŞİD, Şam rejimi ve Kürt silahlı güçlerinden YPG’yi düşman olarak görmektedir. Türkiye’nin YPG’ye bakışının uluslararası toplumda karşılığı bulunmamakla birlikte, tersine YPG güçleri Suriye muhalefetinin meşru güçlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Buna karşın Türkiye’nin başta ABD olmak üzere batı blokuna YPG’ye yaklaşımları konusunda eleştirisinin tonu her geçen gün artarak devam etmektedir.
Türkiye’nin YPG itirazı, otuz küsür yıldır savaştığı PKK ile olan bağından ziyade, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bir parçasının daha statü kazanma olasılığıdır. Kürdistan topraklarını kontrol eden güç YPG değil de Suriye Kürt Ulusal Konseyi’ne (ENKS) bağlı güçler olsaydı, Türkiye’nin tavrında bir değişiklik yine de olmazdı. Kürtlerin Suriye’de ulusal ve demokratik haklarına kavuşması durumunda, Türkiye’nin kendi Kürt sorununa yaklaşımdaki mevcut siyasetini daha fazla idame ettiremeyeceğinden bu refleksi gösterdiği gayet iyi bilinmektedir. Türkiye devlet yetkililerinin defalarca belirttikleri gibi, “Suriye’nin kuzeyinde ikinci bir Kuzey Irak istemiyoruz” açıklamaları bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yüzyıllık Kürt, Kürdistan sorunu Suriye iç savaşında Türkiye’nin nasıl iki arada bir derede kaldığını göstermektedir. Rusya, İran ve Türkiye arasında imzalanan Moskova anlaşmasının birçok maddesi BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 No’lu kararına atıfta bulunmaktadır. Anlaşmanın son maddesi, “İran, Rusya ve Türkiye; IŞİD/DAİŞ ve El Nusra’ya karşı birlikte mücadele etme ve diğer silahlı muhalif grupları bunlardan ayırma konusundaki kararlılıklarını yinelerler” diye son bulmaktadır.
Türkiye, YPG’nin “terör” örgütü olduğu savını Moskova anlaşmasında yeni ortaklarına kabul ettiremediği gibi, Esad rejimini devirme hedefinden de vazgeçirilmek zorunda bırakılmıştır. Bu da gösteriyor ki, 29 Aralık’ta kabul edilen ateşkesin taraflarından biri de YPG güçleridir.
PYD lideri Salih Müslim ateşkese ilişkin basına yaptığı açıklamada, “Biz dahil edilmedik, kimse bizden ateşkese katılmamızı istemedi. Çünkü bölgedeki ülkeler, Kürt ulusunun varlığını reddediyor” açıklamasını yapsa da YPG ateşkesin taraflarından biridir. Müslim’in açıklamasını Cenevre görüşmelerinde Türkiye’nin PYD’ye yönelik tavrının devamı olarak okumak gerekir.
Rusya, Türkiye ve İran arasında Moskova’da başlatılan üçlü görüşmelerin devamının, sorununun muhatabı Şam rejimi, muhalif gruplar ve uluslararası toplumun da katılımıyla Kazakistan’ın başkenti Astana’da devam edilmesi kararlaştırıldı.
Türkiye, Astana’da gerçekleştirilmesi düşünülen toplantılara PYD’nin katılmaması gerektiğini her fırsatta dile getiriyor. Türkiye’nin PYD hakkında bir başka argümanı da “PYD, Esad rejiminin suç ortağıdır, bu yüzden görüşmelere katılamaz.” PYD, Esad rejiminin “suç ortağı” olsa bile, eğer Esad rejimi Cenevre toplantılarına katılıyor ve Astana’ya da davet ediliyorsa PYD’nin de katılması gerekir. Uluslararası nizamı Kürtlersiz kabul eden Türkiye, Kürt kimlikli veya Kürtlerin temsilcilerinden herhangi bir siyasal gücün veya güçlerin uluslararası platformlarda olmasına bu yüzden karşıdır.
Anlaşılıyor ki, Rusya ile Türkiye arasında PYD’nin Astana’daki toplantılara katılması veya katılmaması konusunda bir mutabakata varılamamıştır. Rusya, Cenevre görüşmelerine PYD’nin katılmasını ısrarla isteyen tarafların başında geldi. Bu da gösteriyor ki, Rusya bu tavrını Moskova görüşmelerinde de devam ettirmektedir. Türkiye’nin Astana toplantılarına ilişkin PYD direncini sıklıkla dile getirmesi, bu yorumu kuvvetlendirmektedir.
Türkiye, YPG, PYD’ye ilişkin ABD’ye karşı geliştirdiği sert ve yüksek perdeden dili Rusya’ya karşı kullanmaktan itina ile kaçınmaktadır. Daha açık bir ifade ile kaçınmak zorunda kalmaktadır. Bunun nedeni son on yıldır Türkiye ekonomisinin ihracat ve ithalatta Rusya’ya olan ekonomik bağımlığının son uçak krizinde ortaya çıkardığı dramatik mali maliyetin sonucudur.
Rusya’nın düne kadar Kürt, Kürdistan sorununa ilişkin siyaseti Sovyet Ekim Devrimi’nden bu yana bölge devletlerinin siyaseti çerçevesinde gelişti. Rusya’nın, Kürdistan'ı paylaşan müttefiki bölge devletleriyle Kürt siyasetine ilişkin makasın açıldığını, müttefiklerinin Kürt siyasetlerini revize etmeleri gerektiği konusunda uyarılarılarda ve girişimlerde bulunduğunu görüyoruz. Örneğin Şam rejimi ile PYD ve ENKS arasında arabuluculuk girişimi, Güney Kürdistan'ın olası bağımsızlığına ilişkin Putin’in "bu durum Irak'ın içişleridir, karışmayız" açıklaması Rusya’nın yeni bir Kürt siyasetinin işaretleri olarak okunabilir.
Görüldüğü gibi Kürtler ve Kürdistan sorunu bağlamında uluslararası toplumun müdahil olduğu konularda Türkiye eskiden olduğu gibi istediği manevraları yapamamaktadır. Çünkü Kürtlerin ulusal demokratik haklarının gaspı üzerine yüzyıllık eylemi ve siyaseti artık kabul görmemekte ve bu yüzden yalnızlaşmaktadır.
Söz konusu ateşkesin hayata geçmesi durumunda TSK ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), YPG ve Suriye Demokratik Güçleri’ne saldıramayacaktır. Hedef almaları durumunda ateşkesi ihlal eden taraflar olacaklar gibi, Türkiye’nin garantör olduğu bir anlaşmayı kendisinin ihlal etmesi üçlü ittifakın işlevinin olmadığı anlamına gelecektir. Öte yandan Türkiye’nin ÖSO ile birlikte Ağustos’ta başlattığı Fırat Kalkanı harekâtının gerekçelerinden ve hedeflerinde biri olan YPG güçlerine karşı savaş da pratikte boşluğa düşmüş durumdadır. Türkiye bir konuda daha Suriye zemininde geri atmış ve dolaylı yoldan YPG ile ateşkes yapmak mecburiyetinde bırakılmıştır.
Kürt ve Kürdistan sorununa ilişkin bu reel durumun, Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik tavrını sorgulamasına vesile olması ise maalesef şu an için hiç mümkün gözükmemektedir.