Theresa May liderliğindeki muhafazakarlar, küçük bir Kuzey İrlanda partisi ile anlaştı ve meclisteki güven oylamasını kazanıp hükümet kurdu.
Bu özet gerçek, ama çok yanıltıcı. Meclisteki sandalye sayısını daha da artırmak amacıyla genel seçim çağırıp tek başına hükümet kuracak çoğunluğunu kaybeden May, işten attığı eski Maliye George Osborne’nun tabiriyle artık “yürüyen bir ölü”. İktidarda kalmasını sağlayan tek faktör, şu anda onu koltuğundan indirip yerine geçecek cesareti gösterecek başka bir muhafazakar politikacının olmaması.
Londra’da on binlerin katıldığı 1 Temmuz’daki büyük yürüyüş aslında parlamenter mantığa aykırı. Genel seçim yeni olmuş; halk, iradesini ortaya koymuş. En fazla oyu Muhafazakar Parti almış. Ortada protesto edilecek ne var!?!
Ama artık kimse (pek çok muhafazakar dahil) bu hükümetin meşruiyetine inanmıyor. Seçim kampanyası sırasında hükümetin neo-liberal politikalarına meydan okundu. Blairciler yüzünden onlarca yıl sunulmayan bir alternatif ortaya çıktı ve yedi haftalık seçim kampanyası içinde bu radikal alternatifin desteği yüzde 25’ten yüzde 41’e çıktı.
Seçimden hemen sonra meydana gelen Grenfell Tower’daki korkunç katliam sanki kampanyadaki alternatifin önemini bir kez daha gözler önüne serdi. Neoliberal politikalar - inşaat mevzuatının “piyasa koşulları”na bırakılması, “gereksiz” kurallara karşı hükümetin kampanyaları, belediye evlerinin sahipliğinin ve bakımının taşeronlaştırılması, itfaiyecilerin sayısının azaltılması; her bir neoliberal uygulamanın bu katliamda sorumluluğu var ve bu politikaların hepsi açık açık Muhafazakarlar tarafından savunuldu. Bütün beyanlar, meclis konuşmaları internetin acımasız hafızasından çıkıp bu çok bilmişleri suçlayan hayaletler gibi dönüyor. Yapılan savunmalar “bu uygulamaların bazılarını İşçi Partisi devreye soktu” ya da “İşçi Partisi kontrolündeki belediyeler de benzer şeyler yaptı”nın ötesine geçemiyor. Aslında haklılar: 1997-2010 arasındaki Blair-Brown hükümetleri de Thatcher’in neo-liberalizminin mantığına sahip çıkmış ve Blairciler yerel yönetimlerde kesinti politikalarını uygulamaya devam etmişlerdi. Ancak Blair için “eğer Irak Savaşı’nı başlatmakla savaş suçu işlediyse yargılanmalı” diyen Corbyn gibi bir İşçi Partisi lideri Blair’in yaptıklarından çok da sorumlu tutulamaz.
Toplumdaki egemen fikirlerde bir kırılma yaşanıyor. Çarpıcı bir örnek 24 Haziran günü yaşandı: Jeremy Corbyn Glastonbury müzik festivalinde konuşmacıydı. Rolling Stones’un en son sahneye çıkışından bu yana en büyük kitleye hitap etti. 24 Haziran aynı zamanda “Silahlı Kuvvetler Günü”. Bu sene Liverpool’da kutlanan törene Başbakan May katıldı ve tabii ki ana akım medya, savaş karşıtı Corbyn’i yurtsever olmamakla suçladı. Ancak May Liverpool’da yuhalandı. İngiltere’de ordu tamamen profesyonel. Dolayısıyla işsizler ordusu erlerin devşirildiği ana kaynak. Yirmi sene askerlikten sonra topluma geri dönüş askerler için çeşitli zorlukları da beraberinde getiriyor. Evsizlerin yüzde 10’unu eski askerler oluşturuyor; aralarında neoliberal politikalar yüzünden açlıktan ölenler var. Bunun dışında Corbyn’in başka bir tören sonrası İkinci Dünya Savaşı gazileriyle yaptığı sohbetin fotoğrafları internette binlerce defa paylaşıldı. Savaşın çirkinliğini birebir yaşamış olanlar, savaş karşıtlığını garipsemiyor. Velhasıl Corbyn’in yurtsever olmadığı suçlaması da tutmadı. Egemen politik rüzgar yön değiştirdi.
Seçimden sonra başbakanın ilk görevi kuracağı hükümetin programını meclise sunup güvenoyu almaktır. Metin, kraliçe tarafından okunduğu içi bunun ismi “Queen’s speech”, yani “Kraliçe’nin Nutku”dur, ancak metni yazan başbakandır. Genellikle bu nutuk, kazanan partinin manifestosunun yasa tekliflerine çevrilmiş hali olur. Ancak bu seçim sonrası bu mümkün olamadı. May, manifestosunda yer alan üç ana politikadan vazgeçmek zorunda kaldı; ne “demans vergisi”, ne yaşlıların kışlık yakıt parasının gelire göre kesilmesi ne de emekli maaşların “üçlü kilit” zam garantisinin kaldırılması hükümet programında yer alabildi. Kuzey İrlanda partisi DUP’un (Democratic Unionist Party) vereceği destek, bu üç oy kaybettiren maddenin Kuzey İrlanda’da uygulanmamasına bağlanmıştı. Kuzey İrlanda’da uygulanamayınca İngiltere, Galler ve İskoçya’da da uygulanamaz oldular.
Bu u dönüşü, İşçi Partisi’nin (daha doğrusu Corbyn çizgisinin) ilk zaferi oldu. İşçi Partisi seçimi kazanamamasına rağmen işçi sınıfının haklarına karşı üç önemli saldırıyı defedebildi.
Hükümet meclise zayıf bir programla gelmek zorunda kaldı ve güvenoyundan o kadar korktular ki bu zayıf programı iki senelik ilan edip bir dahaki güvenoyunu 2019’a ertelediler.
Buna karşın İşçi Partisi kamu sektöründeki maaşlara konsantre olmaya karar verdi. Yedi senelik Muhafazakar iktidar boyunca enflasyon yıllık yüzde 2-3 civarında olmasına rağmen kamudaki ücret zamları senelik yüzde 1 ile sınırlanmıştı. Bu, bütün kamu çalışanları için toplamda yüzde 15 kadar bir reel ücret kaybına sebep oldu. Üç terör saldırısı ve Grenfell katliamından sonra hükümet, acil servis doktorları, itfaiyeciler, hemşireler ve polis memurlarını bol bol övdü. Ama aynı zamanda hem maaşları hem de çalışan sayısını azaltmıştı.
İşçi Partisi, bu sınırı kaldırıp “kamu çalışanları için makul bir zam”mı hedefleyen bir değişiklik önerisi verdi. Oylama günü boyunca hükümet çevreleri bocaladı. Bazı ılımlı Muhafazakar milletvekilleri “ücret sınırlamasını kaldırma vakti geldi” diye açıklamalar yaptı. Farklı bakanlardan farklı sinyaller medyada yer aldı. Ancak böyle bir değişimin zenginler ve büyük şirketler için planlanan vergi indirimlerini zora sokacak olması hükümetin burnunun dikine gitmesine neden oldu.
Sonuçta hükümet, oylamayı kazandı. Ilımlılardan bir fire bile çıkmadı. Kendi bölgeleri için bir milyar sterlin yardım almış DUP’luların oylarıyla beraber 14 oy farkla hükümet kazandı. Doktorlara, hemşirelere, itfaiyecilere zam yapılmamasını alkışlayarak coşan Muhafazakar milletvekillerinin zafer kutlamaları çok çirkin, unutulmaz bir sahne oldu. Bu çirkin sahne ülkenin hafızasına kazındı.
İkinci değişiklik önerisi daha oylamaya gitmeden zaferle sonuçlandı. DUP’un başında olduğu gerici Kuzey İrlanda özerk bölgesinde tecavüz durumlarında dahi kürtaj yasak. Kuzey İrlandalı kadınlar kürtaj olabilmek için İngiltere, İskoçya ya da Galler’e gitmek zorundalar. Britanya’nın bu kesimlerindeki bedava sağlık sisteminden faydalanamadıkları için uygulama devlet hastanelerinde yapılsa bile büyük paralar vermek zorunda kalıyorlar. İşçi Partisi’nin ikinci değişiklik önerisi bu haksızlığa karşıydı.
Bu konuda hükümet çizgisi tutmadı. 200 kadın ve 45 açık LGBT+ milletvekili olan bir mecliste bu haksızlığı savunmak mümkün olamayacaktı; Muhafazakarların fire vermesi kaçınılmazdı. Hükümet yayınladığı kararnameyle Kuzey İrlandalı kadınların da artık Britanya’daki devlet hastanelerinde bedava kürtaj olabileceklerini ilan etti. Oylama olmadan kadınlar için önemli bir zafer kazanıldı.
Ancak Corbyn her şeyi kazanamadı. Corbyn’e karşı en kötü saldırı Muhafazakarlardan değil Blaircilerden geldi. Meclisteki İşçi Partisi milletvekillerinin çoğu Blair döneminden kalma. Daha önce vekil adaylarını yerel parti şubeleri belirliyordu. Blair’la birlikte adaylar merkez tarafından belirlenir hale geldi. Seçilmiş bir milletvekilinin bir daha aday gösterilmemesi kurallara göre zor. Seçimin erken olması adayların değişimini zorlaştıran diğer bir etmen oldu.
Dolayısıyla İşçi Partisi milletvekilleri arasında hala Blair’ciler güçlü. Corbyn’in seçim başarısı sonrası bazıları Corbyn’e karşı şimdilik bir şey yapamayacaklarını düşünerek sessizliği tercih ediyor. Yine de bazı Blair’ciler Corbyn’e karşı harekete geçti. Brexit konusunda İşçi Partisi manifestosundaki tavra uymayan bir değişiklik önerisini imzaya açtılar. İşçi Partisi’nden 49 vekil yanında İskoç Milliyetçileri, Liberal Demokratlar ve Yeşillerin tek vekilinden imza aldılar. Mecliste öneri sadece 100 oy aldı ve düştü. Corbyn, gölge bakanlar kurulunda bulunan ve parti disiplinine aykırı davranan dört vekili koltuklarından indirdi.
İşçi Partisi’nin Brexit stratejisi, şirketlerin önem verdiği “tek piyasa”yı değil, işçi haklarını ve emeğin serbest dolaşımını öne çıkartıyor. Blair’ciler piyasaya olan güvenlerini tekrar ortaya koyup İşçi Partisi’nin meclisteki cephesini geçici de olsa böldüler.
Hükümetin ayakta kalmasının Kuzey İrlanda DUP partisine bağlı olması anayasal düzeyde önemli sorunlar yaratıyor.
DUP’un gericiliğinden çok bahsedildi. DUP; eşcinselliğe, kürtaja, evrim teorisine karşı. Dünyanın İncil’de yazıldığı gibi sadece 6 bin yaşında olduğuna inanan bir parti. Ancak işin ironik tarafı May’in bu partiyle kurduğu ittifakın ilk sonucunun Kuzey İrlanda’daki kadınların kürtaj zaferi olmasıdır.
Ancak partinin genel gericiliği yanında Muhafazakarlarla olan ittifakının Kuzey İrlanda barış sürecini ve anayasa düzenini tehdit eden bir yanı var.
Bunu anlamak için DUP’un kısa tarihine ve barış sürecine bakmak gerek.
Kuzey İrlanda’da 1960’ların ortasında tamamen sivil, eski IRA geleneği ile bağı olmayan, bir insan hakları mücadelesi başladı. Katolik nüfus ne ekonomik ne de siyasal alanda eşit haklara sahip değildi. İngiltere taraftarı Protestanların egemenliği altında olan Kuzey İrlanda devleti, bu insan hakları mücadelesine şiddetle saldırdı. 1969 başında “Halkların Demokrasisi” hareketinin düzenlediği Belfast şehrinden Derry şehrine yapılan yürüyüşe polis gözetiminde büyük bir saldırı düzenlendi. Burntollet Köprüsü’nde bir tuzak kuruldu. Protestan papaz Ian Paisley sopa ve taşlarla protestoculara saldıran gerici kitleyi örgütlemişti. Paisley daha sonra DUP’u kuran ve uzun yıllar liderliğini yapan zattır. Kendisi öldü, ancak aynı ismi taşıyan oğlu hala DUP milletvekili.
Bu saldırı ve hükümetin ve devletin bu saldırıyı desteklemesi Kuzey İrlanda’daki mücadelenin büyümesine neden oldu. Ağustos 1969 yılında Derry şehrinde Katolik mahallelere polis ve Protestan milisler saldırdı. Belfast şehrinde “Derry’e destek” isyanını bastırmak için Kuzey İrlanda polisi zırhlı araçlarla mahalleleri taradı ve evlerindeki sivilleri öldürdü. Bu baskı ve şiddet eski IRA’nın yeniden uyanmasına ve sonrasında IRA’dan ayrılan “Provisional” (Geçici) kanadın silahlara sarılmasına sebep oldu. Protestanlar zaten silahlıydı. Silahlı çatışmalar İrlanda’da ve İngiltere’de binlerce kişinin ölümüyle sonuçlandı.
DUP’un her zaman Protestan milisleriyle sıkı bir bağı vardı. Bu genel seçimde bile hala varlıklarını devam ettiren Protestan milisler, DUP’a oy çağrısı yaptı.
DUP 1997’deki barış anlaşmasına imza atmadı. Ancak barış anlaşması neticesinde oluşturulan Kuzey İrlanda özerk “paylaşımlı hükümet”tinde DUP’u kuran Ian Paisley başbakan oldu. DUP’un hükümet ortağı olduğu Kuzey İrlanda, kadın haklarından LGBT+ haklarına kadar Britanya’nın diğer bölgelerinin çok gerisinde kaldı. Bu gerici rejim, kendi vatandaşlarını hala kontrol altında tutmaya çalışıyor. Şu anki DUP lideri Arlene Foster, diğer özerk hükümetlere yazarak Kuzey İrlanda’dan gelen eşcinsel çiftlerin Britanya’nın diğer bölgelerinde evlenmesine izin verilmemesi istedi.
Barış anlaşmasına göre Kuzey İrlanda meclisindeki her parti kendisinin “taraf”ını beyan etmek zorunda; Katolik veya Protestan ifadesi kullanılmazsa bu da dini bir “taraf” anlamına geliyor. Anlaşmanın iki garantörü var. Güney İrlanda ve İngiltere. Bu iki hükümet Kuzey’deki iki taraf arasında tarafsız kalacakları söz verdiler.
Dolayısıyla May hükümetinin meclisten güvenoyu alabilmek için DUP ile anlaşmış olması barış sürecine ve Kuzey İrlanda anayasal düzenine ciddi bir tehdit oluşturuyor. Bunun ilk meyvesi 12 Temmuz’da ortaya çıkacak. Kuzey İrlanda Protestanları Temmuz ve Ağustos aylarında bando ve üniformalarıyla geleneksel yürüyüşlerini yapıyorlar; Katolikleri 1690’da bozguna uğratmalarını kutluyorlar. Katolik bölgelerinden yürüyerek güç gösterisi yapıyorlar. Barış süreci ile birlikte bu yürüyüşlerin Katolik bölgelerinden geçmesine izin verilmiyordu. Ancak bu sene 12 Temmuz gününde yapılacak büyük yürüyüşün Katolik bölgesinden geçmesine izin verilmiş. Tehlike çanları çalıyor.
Şu anda Kuzey İrlanda özerk hükümeti askıda. DUP’un bulaştığı 47 milyon sterlinlik bir (sözde) yeşil enerji teşvik skandalı yüzünden Katolik topluluğundan gelen başbakan yardımcısı istifa edince barış anlaşması gereği bu senenin ocak ayında özerk hükümet düştü. Taraflar anlaşamayınca da yeni bir hükümet kurulamadı. Şimdi genellikle Katoliklerden oy alan ve Kuzey İrlanda meclisinde hem ana muhalefet hem de iktidar ortağı olan Sinn Fein Partisi, May’in DUP ile olan ittifakının barış sürecine aykırı olduğunu ilan etti. Yeni bir paylaşımlı özerk hükümetin kurulması çok zor görünüyor.
Britanya’nın anayasal düzenine diğer tehdit, özerk ülkeler arasındaki denge mevzuatından kaynaklanıyor. Birleşik Krallık dört ülkeden oluşuyor: İngiltere, İskoçya, Galler, ve Kuzey İrlanda. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’nın birbirinden farklı yetkilere sahip meclisleri ve özerk hükümetleri var. Nüfusu en büyük olan İngiltere’nin kendi meclisi yok, ancak sadece İngiltere ve Galler’i etkileyen yasalar için diğer ülkelerin milletvekilleri oy kullanamıyor. DUP’tan destek alabilmek için May hükümeti Kuzey İrlanda’ya bir milyar sterlin (yaklaşık beş milyar TL) vermeye söz verdi. Şu anda bu parayı harcayacak meşru bir hükümet yok. Ancak başka bir sorun daha var. Britanya’nın merkezi fonlarından bir bölgeye ek para verilirse “Barnet formülü” altında diğer bölgeler de aynı oranda ek para isteyebilir. Hükümet bu kuralın bu koşullar altında geçerli olmadığını iddia ediyor. Ancak İskoçya ve Galler bu parayı isteyecek.
DUP’la ortaklığın politik bedeli dışında May hükümetinin vermek zorunda kaldığı diğer tavizler bütçede en az dört milyar sterlinlik bir delik açtı. Hep İşçi Partisi’ni iktisadi sorumsuzlukla suçlayan Muhafazakarlar yedi senelik iktidarlarında devletin borçlarını iki katına çıkarmayı becerdiler. Yoksullardan alıp zenginlere vergi indirimleri dahilinde vermek, ekonomiye iddia ettikleri canlandırmayı getirmedi. Şimdi ılımlı Muhafazakarlar da hükümet üzerinde yoksulluk politikalarını yumuşatması baskısı yapıyor. Sendikalı bile olmayan, “melek” olarak tarif edilen hemşireler greve çıkarlarsa bu baskı dayanılmaz olabilir. İktidarda çatlak oluştu. İşçi hareketine düşen bu çatlağa çomak sokup büyütmek.
Güvenoyu alan hükümet, tehlikeli oylamalara girmemek için meclisi üç aylık bir tatile gönderdi.
Corbyn ve etrafında gelişen hareketin başındaki dertlerden biri meclisteki Blair’ciler. İşçi Partisi içinde ciddi manevralar yapılmadan ve yeni bir genel seçim olmadan bunlardan kurtulmak imkansız. Bunun yanında daha derin bir sorun var. Corbyn iktidara çıksa bile neoliberalizm karşıtı programının uygulamasına karşı sermayeden ve devletten ciddi bir direnişle karşılaşacağı kesin. Bu direnişe karşı tek güvenebildiği güç, sokak ve emek hareketi. Ancak sendikalar son kırk seneki Thatcher ve Blair dönemlerinde epey güç kaybetti. 1970’lerde 13 milyon sendikalı işçi varken bu sayı artık yarısına düşmüş durumda. Aşağıdan yükselen hareketin sokaktan da işyerlerinden de yeniden inşası acil bir ihtiyaç.
Bu yüzden meclise gelen kamuda ücret zammı önerisi büyük önem taşıyor. Sendikaların hala güçlü olduğu alan kamu sektörü. Bu yaz harekete geçecekler. Sendikalı olmayan hemşirelerin resmi meslek örgütü olan Royal College of Nursing (Kraliyet Hemşirelik Okulu) bile grev hazırlığında. Corbyn’in seçim başarısı böyle hareketler için daha geniş kitlelerden destek geleceğini gösterdi.
Bunun ötesi tabii ki kapitalizmle nasıl ilişki kurulacağı: Corbyn hareketi kapitalizmi yok etmeden, radikal reformlar yapmak için mücadele eden bir hareket. Programını uygulama şansı olursa başka sorunlarla karşı karşıya gelecek; sistemle uzlaşmak veya daha da ileri gitmek arasında tercihte bulunmak zorunda kalacak. Syriza gibi neoliberal politikalarla uzlaşıp teslim olmak mı, yoksa kitlelere güvenerek sistemle cepheden çatışmak mı: Bu sorunun cevabı, emek hareketinin özgüveni, gücü ve politik olgunluğuna bağlı olacak. İngiltere’yi sıcak bir yaz ve krizlere gebe bir sonbahar bekliyor.