Ünlü antropolog Margaret Mead'e uygarlığın ilk işaretinin ne olduğu sorulmuş. "Kırılıp iyileşmiş uyluk kemiğidir" demiş, "Hayvanlar aleminde bir kemiğinizi kırarsanız ölürsünüz. Tehlikelerden kaçamazsınız, su ve yemek bulamazsınız, av olursunuz. Doğada hiçbir hayvan kırılmış kemiği iyileşene kadar hayatta kalamaz. İyileşmiş kemik, birisi o insanın bacağını sarmış, onu güvenli bir yere taşımış, iyileşene kadar ona bakmış demektir. Zor zamanında birisine yardım edilmesiyle başlar uygarlık."
Birkaç hafta önce… Şişli'de bir alışveriş merkezinin önündeyim. Beklerken arkamda konuşan gençlere kulak misafiri oluyorum. Bir tanesi yeğenini acil servise götürdüklerini anlatıyor.
"Kan alırken hemşire delik deşik etti çocuğu. Ağzını burnunu dağıtıyordum" diyor.
Öteki "Bunlar hep sopalık" sözleriyle onaylıyor.
Beriki "Sıkacaksın kafasına kurşunu" diyerek arkadaşını haklı buluyor.
O kadar şaşırıyorum ki nezaket sınırlarını aşıp uzun uzun bakıyorum suratlarına.
"Siz de hemşire misiniz" diye soruyor silahlı saldırıdan yana olan.
Ben cevapsız kalınca, başka bir soru yöneltiyor: "Doktor musunuz?"
Ne garip sorulara muhatap oldum ömrümce (herkes gibi). Uğradıkları haksızlıkları dile getirince "Alevi misin" ve "Kürt müsün" en çok duyduklarım oldu. Zaten sevmem "Memleket neresi" ile başlayan muhabbetleri. Ne önemi var bunların şimdi? Hangi peşin hükümle bana artılar ve eksiler yükleyeceksin?
Gençlere cevap vermeden yanlarından uzaklaşıyorum. Varsın beni hemşire bilsinler.
Şimdi ben bu gençlere "Yaptığınız ne kadar yanlış" desem kendimi apartman yöneticisi emekli albay gibi hissedeceğimden demiyorum.
Tıpkı kadına ve çocuğa yönelik şiddetin bir salgın hâlini alması gibi sağlık çalışanlarına yönelik şiddet de her geçen gün çoğalarak artıyor. Bunu kendinde hak gören örgütlü cahiller, doktor dövmekle övünür oldu. Zaten en tepeden kovuldular, "Giderlerse gitsinler" denildi. Gittiler. Gidiyorlar.
Konya Şehir Hastanesi'nde Hacı Mehmet Akçay, annesinin ölümünden sorumlu tuttuğu Kardiyolog Dr. Ekrem Karakaya'yı bir şarjör mermi sıkarak öldürdü. Bir şarjör!
Şiddeti kınamak için iş bırakan ve sokağa çıkan tüm sağlık çalışanlarının yanında olmalıydık. Habere yasak geldi, en temel demokratik hak olan protestolara engelleme. Protestoları görüntülemeye çalışan gazetecilere de şiddet uygulandı. Ve sağlık çalışanlarının protestosunu engellemekle görevli bir polis fenalaşınca ona ilk müdahaleyi yine doktorlar yaptı.
Hastaneler alışveriş merkezleri kadar bile güvenli değil. Hem can güvenlikleri yok hem de bundan şikayet etmeye hakları. Bitmeyen, yaşam boyu süren eğitimleri var. Koşulları kötü. Çok uzun saatler çalışıp az kazanıyorlar. Üst üste nöbetler tutuyorlar. Hekim başına düşen hasta sayısı katlanarak artıyor. Bütün bu olumsuzlukların üstüne sağlık çalışanlarının onuru ve itibarı hedef alınıyor. Dünyada sistematik olarak doktorlarından nefret eden tek ülke olabiliriz. Peki ama neden?
Tıbbiyeliler dirseklerini onca yıl sadece para kazanmak için çürütmezler. Doktorluk bir itibar mesleğidir. Zaten doğru dürüst para kazanamıyorlar, bir de itibarlarını ellerinden alırsanız bugün olduğu gibi ya giderler ya da diplomalarını yırtarlar.
Bir doktorun üzerine mermiler yağdırılan korkunç bir günde bile ortaya çıkıp doktorlardan şikayet edebiliyor insanlar. Doktor kibrinden yakınan, kendi mesleğiyle veya kazancıyla karşılaştıran, nefret kusan, katille empati yapan…
İnsanlar kanunlar önünde eşittir. Eşitlik hukuki ve ahlaki bir meseledir. Bütün meslekler birbirini tamamlar ama mesleki üstünlük vardır. Bu üstünlük, o meslek sahibi yetişirken harcanan zaman, para, emekten ve gerekli yetenekten gelir. Kişinin kendisine yaptığı bilgi, donanım ve deneyim yatırımıdır meslek. Hatta devletin ve ailenin de bir yatırımıdır.
Dünyada viski harmanı yapabilen sadece 12 süper burunlu 'master blender' var örneğin ve bu unvanı alabilmek hiç kolay değil. Bana ameliyat masasını nasıl temizleyeceğimi bir saat içinde öğretebilirsiniz ama kalp kapakçığı ameliyatı yapabilmem için -şayet yeteneğim varsa ve kafam basarsa- en az 11 yıl beklemeniz lazım. Bazı işleri herkes yapabilir ama öyle işler vardır ki ancak çok yetkin birkaç kişiye emanet edilir. Bir tufan söz konusu olsa gemiye mesleki üstünlükleri olan insanları alırsınız.
El üstünde tutulması gereken 'pırlanta' değerindeki bu insanlara artık saygısızlık yapmayınız. Giderlerse sülükçü, hacamatçı ve üfürükçü üçlüsüyle sağlık sorunlarınızı çözmek zorunda kalırsınız.
Sadece sağlık çalışanlarına değil bütün mürekkep yalamışlara kasıtlı beslenen ve pompalanan 'nefret kültürü' bizi uygarlıkta hiç iyi bir yere götürmez.
Margaret Mead'in şu sözü umut versin: "Düşünceli, kararlı yurttaşlardan oluşan küçük bir grubun dünyayı değiştirebileceğinden şüpheniz olmasın. Çünkü elimizdekilerin hepsi bu."
Demet Cengiz kimdir? Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni 1999’da bitirdikten sonra Londra Westminster Üniversitesi’nde 'British Journalism Studies’ eğitimi aldı. 1996’da gazeteciliğe başladı. Yeni Günaydın, Global, BusinessWeek, Hürriyet, Sözcü gibi çok sayıda gazetede ve dergilde çalıştı. Ekonomi haberlerinin ve yazılarının yanı sıra yaşama dair de kalem oynattı. Patronların DNA’sını çıkaran kitabı Patron Çıplak ilgiyle karşılandı. Hayata dair denemelerden oluşan ikinci kitabı Turuncu Yazılar ise 2014 yılında yayımlandı. Patronlardan kulağa küpe önerileri, başarının sırlarını, pişmanlık ve şans faktörünün etkisini derlediği kitabı PATRONCA ise Ocak 2016’da okurlarla buluştu. Yayımlanmış beş kitabı bulunuyor. Altıncı kitabı ve ilk romanı olan Adımı Deniz Koydular -Kuşlar boynumuza dolandığında Temmuz 2021’de yayımlandı. |