Londra'da iki Türk kadın yazar bir masada oturuyoruz. Yine memleket kurtarılamamış ve ortaya söylediğimiz beş başlangıç tabağının içinde son lokmalar öylece duruyor. Garson "Başlangıçlar bittiyse ana yemekleri servis edeceğim" deyip uyarana kadar farkına bile varmamışız. "Sen al", "Hayır, sen al lütfen" ısrarları arasında gülümseyerek birbirimize bakıyoruz. Nezaket lokması… Nezaket lokmasıdır bunlar hep, hep karşı tarafa bırakılan. Hele de bir misafir ağırlıyorsan o son lokmayı mideye indirmek nezaketsizliktir.
"Aslında güzel geleneklerimiz var" diyor birkaç yıl önce Ankara Anlaşması'yla Londra'ya göçen arkadaşım. Aslında! Ne gereksiz bir vurgu, diye geçiriyorum içimden. Fakat neredeyse her şey öyle yozlaşmış ve yıpranmış ki hep esasına, özüne vurgu yapma zorunluluğu hissediyoruz yine pek farkında olmadan. Aklıma birkaç yıl önce ziyaretime gelen İtalyan arkadaşım düşüyor. Türkiye'de birkaç gün geçirdikten sonra ortadaki tabaklarda son lokmayı neden yemediğimizi sormuştu. Başka şeyler de sormuştu: "Neden kimse selamlaşmıyor? Neden karşılaştığınız herkesle kilo alıp vermek üzerine sohbetler döndürüyorsunuz? Neden herkes siyah giyiyor; ulusal yasta mısınız?"
Hesap geliyor, İngiliz sterlinini Türk Lirası'na çevirirken hafiften beynim yanıyor. Beynimi yakmamalıyım; bana lazım, sermayem benim aklım. Ne kadar yoksullaştık, diye geçiriyorum içimden. Arkadaşım, Türkiye'deki kira gelirine bel bağlayıp Ankara Anlaşması'yla İngiltere'ye gelenlerin yaşadığı zorlukları örneklerle anlatıyor. Muhasebe müdürüyken temizlik işçisi olanları, moda tasarımcısıyken çocuk bakıcısı olanları, üniversitede öğretim görevlisiyken garson olanları… Dinlerken nezaketli-nezaketsiz tüm lokmalar boğazıma diziliyor. Bir pound yirmi lirayı aştı!
Kim bilir belki de bir fıkranın içine düşme arzumuza yenildiğimizden bir Amerikalı, bir İngiliz, bir Pakistanlı ve iki Türk gazeteci-yazar; Faslıların işlettiği cafe'de oturup çay içiyoruz. Memleketi kurtaramadık bari dünya kurtulsun! Rusya'nın Ukrayna işgali, Taliban'ın Afganistan zaferi, Lübnan'ın iflası, Biden'ın havayla el sıkışması, Macron'un bağrı açık fotoğrafları… Ve konusu yabancılar olan sonu gelmek bilmeyen tartışmalar…
İngiltere'de yaşayan arkadaşım Türkiye'de sayıları –Tanrı bilir kaç- milyonları aşan Suriyelilerden yakınıp, kontrolsüzce ülkeye giren Afgan ve Pakistanlılardan dert yanıyor. Amerikalı sürekli göçmenlerden yana tavır alıyor. "Pakistan'da savaş yok, onlar niye geliyor" diyen Türk'e "Pakistan çok yoksul. Kurtuluşu Türkiye'de görüyorlar" diyor. "Ve sen de bir göçmensin. Gelip Londra'ya yerleşmişsin" dediğinde arkadaşımın yüzü kızarıyor. Nitelikli bir insan olduğunu ve göçtüğü ülkeye uyum sağladığını, sorun çıkarmadığını söyleyip kendini savunuyor.
İngiliz, Amerikalıya çatıyor: "Siz değil misiniz Meksika sınırına duvar ören? 'Tüm göçmenleri göndereceğiz' diyen?"
Cevap sığ: "Trump dedi ve yaptı onları. Şimdi siz sığınmacıları Ruanda'ya göndermiyor musunuz? AHİM'den çıkmayı tartışmıyor musunuz?"
Fakat sonra Anglosaksonların ne yüce bir gönüllükle metropollerde her milletten insan barındırdığı konusunda uzlaşıyorlar aralarında. Pakistanlı yüce gönüllüğe gücenerek "İşgal ettiğiniz, sömürdüğünüz ülkelerden ya parlak beyinleri ya da pis işlerinizi yapacak ikinci sınıf insanları ihraç ettiniz" diyor.
Fıkramızda bir de Alman olsa da Türk göçmenlerden şikayet etse keşke, diyorum içimden. Pakistanlı kadın, Türkiye'de son günlerde yaşanan gelişmeleri yakından izlemiş ve beklemediğim bir çıkış yapıyor: "Pakistan sadece erkeklerin yaşadığı bir ülke. Afganistan daha da beter! Hatta Afganistan ve Taliban etkisiyle Pakistan çok geriledi. Kadını sosyal hayatın içinde göremezsiniz. Dışarı çıkan kadın en hafifiyle erkeklerin tacizkâr bakışını, en ağırıyla da toplu tecavüzünü hak ediyordur. Toplu tacizlere ve tecavüzlere sık rastlanır. Kadınlar ve kız çocukları bu yüzden sokağa çıkmaz. Ve erkek çocuklar… Onlar da sokakta güvende değildir. Anlıyor musunuz?"
"Türkiye'de TikTok videosu çektiler ne var bunda, deyip geçiştiremezsiniz, anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz" diye haykırıyor Pakistanlı kadın. Bir Dostoyevski kahramanı gibi bunalımlı ve lafı sürekli uzatıyor, sürekli "Anlıyor musunuz" diye isyan ediyor. "Türkiye tacizcileri bulup cezalandırmış. Pakistan'da devlet peşlerine düşmez. Çünkü kontrol edilemeyecek kadar fazla… Anlıyor musunuz" diyor öfkeyle. "Türkiye'de kadınların sokağa çıkabilmesi, sosyal hayata karışabilmesi için güvende olmaları lazım. Bu yüzden ben –PAKİSTANLI BİR KADIN OLARAK- tacizciyi cezalandıran Türkiye'ye teşekkür ederim" diyor.
Ah, keşke bu Pakistanlı gazetecinin bizi deliye döndüren 'iyi hâl' indirimlerinden, eril mahkeme kararlarından, "Kadın tecavüze uğruyorsa neden bebek ölüyor? Kadın ölsün" diyen kürtaj karşıtı politikacılardan, haksız tahrik indirimi alan katillerden haberi olsaydı, diyorum yine içimden. Faslı garsonlar yeni çayları koyuyorlar önümüze. Bunların kendi sömürgecileri Fransa'da olmaları gerekmez miydi? Menüde Türk kahvesi gördüğüm için keyifleniyorum, hemen sipariş ediyorum.
İnsanlığın yüz karası olarak kıtaların keşfinden, cihan harplerinden, işgallerden, yerine göre ırkdaşını yerine göre dindaşını yerine göre kendi vatandaşını bile katleden ideolojik çukurlardan bahsediyoruz. Herkesi asıyoruz herkesi; faşistleri, komünistleri, kapitalistleri, küreselcileri… Herkesi çarmıha geriyoruz herkesi; Putin'i, Zelenski'yi, Trump'ı, Biden'ı, Johnson'ı, Macron'u… Merkel? Merkel iyiydi!
Hümanist Amerikalı gazeteci, Türkiye'ye gelen tüm yabancıları misafir olarak görmemiz gerektiğini söyleyip Türk arkadaşımla tartışmaya girişiyor.
Misafir, diyorum içimden, kim misafir değil ki bu dünyada ama pasaport soruyorlar kapılarda işte!
Kapattığım fincanımın içindeki telveye bakıyorum; hayvanat bahçesi gibi ve uzun uzun yollar çıkmış falımda. Bir de koca bir bavul… Misafir mi gelecek ne? Bazı rüya yorumcularına göre rüyada demiryolu görmek uzaktan gelecek bir misafire işarettir. Ne enteresan telvede kehanet, rüyada işaret arayan avanak bir kültürümüz var. Fakat misafir önemli! Çay bardağında çay çöpü görürsek onu da misafire yorardık. Çöp uzun ise uzun boylu, kısa ise kısa boylu misafir… Gerçi poşet çaylar çıktı çıkalı çay falları unutuldu.
Misafir seven bir toplumuz. Öyle ki daha gelmeden işaretlerini ararız etrafımızda. Zonguldak'ta örneğin, sol ayağın altı kaşınırsa misafir geleceğine inanılır. Trabzon'da yemek yerken ağızdan düşen lokma gelecek misafire işarettir. Gözümüz dalsa "Misafir geliyor" deriz. Gözümüz yakına dalarsa yakından, uzağa dalarsa uzaktan gelecektir misafir. Misafirin menzilini belirlemek bile mümkün!
Misafir… Evin en güzel salonu, salonun en rahat koltuğu, tavuğun budu, masanın başköşesi ayrılmaz mı ona? Şekerlik ağzına kadar doldurup kolonya ile birlikte gelecek misafirleri beklemeye bırakılmaz mı sehpada?
Yabancıları misafir gibi görecekmişiz! Kaç tanesini? Ne kadar süreyle? Misafirin, evin nüfusuna oranının hiçbir önemi yok mu? Kendi alışkanlıklarını dayatan misafir hoş karşılanır mı? Evin çocuklarını yerinden ederek, lokmalarını alarak mı ağırlayacağız misafiri?
Sığınmacı, mülteci, düzensiz göçmen kaçak… Yabancılar kaçtıkları ülkenin kötü kaderlerini başka topraklara taşıyorlarsa kaçmalarının ne anlamı var? Savaştan kaçıp geldiği ülkeyi savaş alanına çeviren yabancı… Yerleştiği ülkede sosyal hayatta gördüğü kadınlara, çocuklara ülkesindeki kara kaderi yakıştıran yabancı… Bulunduğu mahalleyi işgal edilmiş topraklara çeviren yabancı… Böyle olunca yabancı, bir ülkeye gidip yeni bir hayata başlamıyor, kendi ülkesini başka bir toprakta yeniden inşa ediyor.
İnsan var olalı beri hep hareket etmiştir. Edecektir de. Göçmen kabul eden ülkelere bakıyorsunuz hepsi ilk olarak dil şartı getiriyor. Toplam nüfusu 83 milyon olan Almanya, kendi davetiyle 72 yıl önce oraya göç etmiş ve dördüncü jenerasyonla nüfusu 3.5 milyonu aşmış Türklerle entegrasyon problemini hâlâ tartışıyor. Avrupa sınırlarını mühürlemiş; sarı saçlı, mavi gözlü Ukraynalılardan başkasına açmıyor. Kara gözlülerin şişme botlarını batırmakta sakınca görmüyor. Her ulus devlet kendi bekasını, demografik yapısını, ekonomisini, güvenliğini, toplumsal barışını, iç huzurunu, kültürünü düşünüyor ve ona göre önlemler alıyor ama biz almayalım! Gelen terörist mi, katil mi, komşusunun evini mi soyup geldi, gelirken yanında silah veya uyuşturucu madde getirdi mi hiç ilgilenmeyelim!
Kadınların zaten zar zor nefes aldığı ülkeye elini kolunu sallayarak her gün binlerce erkek geliyor. Fıkra grubuma "Şimdi siz çıkın ve kadın olarak elinizi kolunuza sallayarak Suriye, Pakistan veya Afganistan'a gidin bakalım gidebiliyor musunuz" dedim ve kayda değer bir yanıt alamadım. Şimdi Türkiye'de de düzensizliğe, risklere dikkat çekenler ırkçılıkla ve yabancı düşmanlığıyla suçlanıyor. Her şey aklıma gelirdi de politik doğruculuktan, ideolojik körlükten tacizcilerin savunulacağı gelmezdi. İnsanlığın kış mevsiminde herkes paltolu ama biz üstümüzü çıkaracağız ve üşümeyeceğiz! Öyle mi?
Demet Cengiz kimdir? Demet Cengiz, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni 1999’da bitirdikten sonra Londra Westminster Üniversitesi’nde 'British Journalism Studies’ eğitimi aldı. 1996’da gazeteciliğe başladı. Yeni Günaydın, Global, BusinessWeek, Hürriyet, Sözcü gibi çok sayıda gazetede ve dergilde çalıştı. Ekonomi haberlerinin ve yazılarının yanı sıra yaşama dair de kalem oynattı. Patronların DNA’sını çıkaran kitabı Patron Çıplak ilgiyle karşılandı. Hayata dair denemelerden oluşan ikinci kitabı Turuncu Yazılar ise 2014 yılında yayımlandı. Patronlardan kulağa küpe önerileri, başarının sırlarını, pişmanlık ve şans faktörünün etkisini derlediği kitabı PATRONCA ise Ocak 2016’da okurlarla buluştu. Yayımlanmış beş kitabı bulunuyor. Altıncı kitabı ve ilk romanı olan Adımı Deniz Koydular -Kuşlar boynumuza dolandığında Temmuz 2021’de yayımlandı. |