“Üvey babam beni küçükken kablo ile döverdi. Her vurduğunda ise, bu beni senin acıttığından daha çok acıtıyor derdi. Sevgi ile böyle bir ilişkim vardı. Sevmek, can acıtmaktı. Sevgiyi ta ki hapishaneye girene kadar hiç tanımamıştım. Sevgiyi, sevginin hiç olmadığı bir yerde öğrenmiştim: hapishanede. Öğreten kişi ise Agnes’ti. Bu duruma düşmeme neden olan koşullarımı anlamıştı. Ben ömür boyu hapis cezasına çarptırıldım. Bir insanın işleyebileceği en büyük suçu işledim. Bir kadını ve çocuğunu öldürdüm…Sevgiyi ise öldürdüğüm kadının annesinden öğrendim.”
Bu sözler, Yann Arthus-Bertrand’a ait Human belgeselinde, ilk hikayesini paylaşan Afro-Amerikan Leonard’a ait. O, bu sözleri söyledikten sonra gözyaşlarına boğuluyor…Her izleyişimde ben de gözyaşlarıma hâkim olamıyorum. Gözlerinde, kayıp bir hayatın hayıflanışını ve gerçek sevgi karşısında çektiği vicdan azabını görüyorum. Onun acısı benim hayatımda hiç tanıdık olmasa da içine doğduğum toplumdan bildiğim bir acı. Sevdiğimizin canını acıtmak, onu korkutmak gibi düşünce çarpıtmaları ile büyüyoruz. Kadınları, çocukları, şehirleri, hayvanları, güçsüz görüleni severken korkutarak, onları bir nevi talan ederek seviyoruz.
Türkiye’nin sevgi ile acı dolu bir ilişkisi var. Sevmek sözcüğü etrafında yana yakıla dolaşıyor ülkemiz. Ataerkil bir toplumun çekirdeğinde babanın ailedeki otoriter iktidarı her yana yansıyor. Korku ve sevgi arasında derin bir bağ kuruyoruz. Demokrasi kültürü bu yüzden son derece yaralı. Sevmek, korkmak ve saygı arasında tuhaf bir ilişki ile başladığı hayat hikayesinde, 1980’lerle birlikte değişen Türkiye’de sevilmek, beğenilmekten, kolay ün, kolay paradan geçiyor.
Yarını yokmuş felsefesinde, “vur-kaç” ile başarı masalları yazılıyor.
İstanbul bir şehirden ziyade vuranlar, kaçanlar ve ölenlerin hayaletleri ile karşımıza çıkıyor. Sanayi devriminin uzantısında ortaya çıkan şehir kültüründe, sanayisi hiçbir zaman tam olarak gelişemeyen İstanbul arada kalmışlıkların ve uçurumların arttığı bir şehir olarak yükseliyor karşımızda.
Köyden kente gelen: “Seni yenicem ulan İstanbul” diyor.
Yenmek, üstünlük sağlamak, otorite kurmak sevginin bir yansıması gibi görülüyor.
Kulağa da çalınmış bir kere başarılı olan sevilir diye.
Başarı ise toplumumuzda paradan geçiyor. 1980’lerden itibaren neo-liberal politikalar ve küreselleşme ile para toplumumuzdaki en önemli değerlerden birine dönüşüyor. Her şeyde politikaları suçlamamak lazım, neticede rant tatlı geliyor herkese.
Para kazanmak uzun uğraşlardan geçmiyor. İstanbul’un taşını toprağını satıp, talan etmek bir zenginlik örneğin. İmar izinleri, oy kaygıları, gelenler gidenler derken İstanbul’a gökyüzünden bakınca karşımıza her gün kablo ile dövülen bir İstanbul çıkıyor.
Bugün, belediye seçimleri yaklaşırken, İstanbul’un içler acısı hali, onu çeyrek asırlık yöneten iktidarın sahiplerini dahi rahatsız etmişe benziyor ya da en azından bu sefer de İstanbul’u talan politikası ile değil de onu düzeltme vaatleriyle oy toplanacağı düşünülüyor.
Kısacası döverim de severim de seni İstanbul deniyor.
Sevmek bizler için sahip olmak. Gerekirse dövmek, gerekirse sevmek, azarlamak, hükmetmek…
İstanbul bir “Leonard”…
Birilerinin canını alacak…Doğada kusur yok, ondan alınanı sizden alır.
O ağlıyor, biz ağlıyoruz… İstanbul için artık bir gelecek yok…Yatay bir gelişim bir seçim politikasından ibaret. Bu ne kötümserlik ne umutsuzluk. Bu sefer gerçek.
Toplumumuz gerçekten sevgiyi öğrenmedikçe, ölmeye devam edeceğiz…