“Bundan 10 sene önce, hâlâ bekârete çok önem veriliyordu! Umarım bu tutum değişmiştir. Mesela İTÜ’deki arkadaşlarım benden daha eğitimliydi. Bazıları gitar çalıyor, bazıları sanatçıydı, ama hepsi eşlerinin bakire olmasını istiyorlardı. Bir arkadaşım 32 yaşında evleneceğini söylüyordu, diyordum ki nereden bulacaksın, sonuçta köyden bulamazsın; çünkü çok iyi eğitimlisin. Sanat tarihi hocasıyla evlendi. Şaka gibi ama seks hayatlarında mutlu değiller. Ben bir kez evleneceğim ama öncesinde de yaşayacağımı yaşayacağım diyordu, pek öyle olmadı.”
Yukarıdaki sözler, Nico’ya ait. Onunla, İstanbul’daki yabancıların Türkiye gözlemlerinden yola çıkarak yazdığım “Sorsana Bizi Sevmiş mi?” adlı kitabım için görüşmüştüm. Nico eşcinsel Yunan bir erkek, gözlemleri son derece derinlikli, farklı ve benim için değerli. Kısa sürede sempatisi ile kendisinden çok farklı insanlarla arkadaşlıklar kurmuş, İstanbul tutkusuyla da şehri, toplumu kucaklamak istemişti. Aklının en karışık olduğu konu ise “kadın-erkek” eşit(siz)liği, toplumumuzda kadınlara verilmeyen değerdi. “Anneler”, diyordu, “bilim insanı olmuş, birkaç yüksek lisanlı kızlarını takdir edecek yerde, koca bulmak için, ‘Gel buraya köfte nasıl yapılır sana onu öğreteyim’ diyorlar, çıldırıyorum”.
Görüşmeler boyunca, yabancıların istisnasız en çok aklını kurcalayan ilişkiler, kadın-erkek eşitliği ve uzantısında cinselliğin yaşanış biçimiydi. Türkiye Nico’nun tespitinin yol açtığı felaketi her gün her ilişki düzeyinde yaşıyor. Cinselliğin, toplumda ataerkil bir güç simgesi olarak görülmesi, ki bunun dilimize yansıması olan, erekte olamayan erkeğin “iktidarsız” olarak nitelendirilmesi cinsellik ve güç arasında doğrudan bir ilişkiyi anlatıyor. Hemen parantez açalım, kelimenin yalnızca Türkçede değil Fransızcada da kullanımı aynı. İktidar içerisinde düşünülecek diğer değişkenler ise ekonomik güç ve beraberinde buna bağlı olan bir ilişkiler ağı, tüm bunlara ilaveten fiziksel üstünlük de halen bir güç niteliğinde…
Bu şematik düşünceyi, Şule Çet’in yaşadıklarını, olağanüstü hak ihlalleri dolu raporlarda tüm açıklığı ile görmek mümkün.
Süreci en başından düşünecek olursak:
Katil zanlılarından Çağatay Aksu ve Berk Arand, Çet’in işverenleri. Maddi güç ve söz hakkı gene bir erkekte. Ayrıca, paranın sağladığı üstünlük ve güç ilişkileri sayesinde birtakım süreçleri etkileyebilecek daha fazla güce sahipler. Bu üstünlük onlara aynı zamanda kadınlara istedikleri saatte mesaj atma, istedikleri saatte onların çalışıp kazandıkları parayı verme ve hatta bedenleri üstünde her anlamda bir iktidar kurabilme özgürlüğü düşüncesi getirmişe benziyor.
Mahkemeye delil olarak sunulanlar korkunç, her yeni görüntü ise bir dehşetin yansıması.
Tüm bunlara ilaveten süreçte en çok dikkat çekici olan adeta bir kasaba ahlakının dayatılması. Adli tıp raporunu hazırlayan uzmanın “Bir kadın bir erkek ile tenhada içki içiyor ise, cinsel ilişkiye razıdır” ibaresinden tutun da mahkemede yönetilen sorulara; “Kızın neden çalışıyordu, erkek arkadaşı eve gelir miydi?” ve “Şule Çet cinsel ilişki yaşamışa benziyor” gibi ibareler, denilebilir ki bir “kasaba”nın ne köy kalabilmiş ne kente dönüşebilmiş halinin; içine kapanmış hiçbir zaman kente uyum sağlamayacağını bilen, o vahşi içini kemiren dışlanmışlık, kıskançlık duyguları ve hıncının da bir dışavurumu adeta.
Kötücül işe yaramaz bir ahlakçılığın düzeyine inme mecburiyetinde bırakılmamız toplumumuzun önündeki en büyük engellerden birini teşkil ediyor. Bu arada kalmışlığın en öldürücü darbesi ise Nico’nun yukarıda bahsettiği, tahmin dahi etmediğimiz çevrelerdeki iki yüzlülükten geliyor. Korkular, endişeler içerisinde yaşadığımız cinsellik bizleri hem psikolojik hem de fizyolojik yönden hasta ediyor. Kadınların, evlilikten önce cinsel ilişkiden kaçınma baskısı, isteklerinin dışında tersten cinsel ilişkilere zorluyor; hymen (kızlık zarı) dikimi yalan içerisinde yalan süreçlere itiyor. Böyle ikiyüzlü ahlakçılıklar içerisinde hem kadınları hem erkekleri gerçek duygulardan uzak, ayıplar, korkular içerisinde yetiştiriyoruz.
Sonra gencecik, güzel bir kadının şüpheli ölümünün arkasından bu soruları soruyor, o saatte ne işi varmış diye itibarsızlaştırıyoruz.
Asıl sormamız gereken, bizim o saatte neden o mahkemede olmadığımız değil mi?