Feminizmi gerek beyaz perdeye gerek online ekran platformlarına taşımak oldukça zor iş... En önemli nedenlerinden biri ise sinema sektöründe çalışanların çoğunluğunun erkek, filmlerin de satış kaygılarının olması. Bununla birlikte hem seyircinin ilgisini çekmek hem de gerçek bir hak mücadelesini derinlikli anlatabilmek için büyük bir alt altyapı sahip olmak gerek. Sabun köpüğünün temeli zayıf olunca güçlü kadın imajına katkı sağlayacak yerde köstek olabiliyor!..
Netflix’teki İbiza filmi de bu “köstek”ler için güzel bir örnek…
Film, halkla ilişkiler şirketinde genç ve başarılı bir çalışan olan ana karakterin, bize kötücül kadın stereotipi olarak sunulan yöneticisi tarafından azarlaması, hatta Barselona’daki iş gezisinde iş kapması için müşteriyle birlikte olması tavsiyesi ile başlıyor. Ardından genç kadını iki kız arkadaşı da takip ediyor ve Barselona maceraları başlıyor. Hangar gibi bir alanda uyuşturucunun su gibi aktığı bir gecede saçma sapan bir karakter, kızın suratına fosforlu kalemle “Sana aşkı çizicem” deyip, bir penis çiziyor. Genç kadın aslında ciddi bir tacize uğruyor ama biz ne hikmetse gülüyoruz!..
Ardından da Bodyguard ve Game of Thrones dizilerinin seksi oyuncusu Richard Madden DJ olarak karşımıza çıkıyor ve bir zamanların beyaz yakalı prensi, bu sefer kadın karakterini yüzündeki fosforlu lekeden kurtarmak için karanlığın içinden yanına çağırıyor.
Kurtarıcı erkeğe âşık oluyor tabii ki ana karakterimiz… Telefon numaraları değişiliyor. Ardından geride kalan arkadaşlar, VIP’de tanıştıkları 60 küsur yaşlarında bir adamın evindeki partiye gidiyorlar. Beklentim DJ’in kızları bulup kurtarması iken, nerdeee!.. Kadınların çırılçıplak dekor olarak dans ettikleri, her türlü uyuşturucunun tuz gibi kullanıldığı bir gecede kızlarımız farklı cinsel saldırılara uğrarken, biz bunları kadın özgürlüğü diye izliyoruz!
Film birbirinden daha saçma sapan olaylarla devam ediyor…DJ’in peşinden İbiza’ya giden “çok çılgınca” şeyler yaşadıktan sonra DJ ile bir araya gelen kızımız filmin sonunda, Tokyo’da bulaşamayacaklarını çünkü kendisinin bir feminist olduğunu, istiyorsa onun New York’a gelmesi gerektiğini söylüyor!..
Son birkaç yıldır gerek moda şovlarında gerek ise televizyon dünyasında feminist kelimesini daha fazla görür olduk. Feminizm de “satılabilen” bir nesneye dönüştü. Neticede kadın hareketinin tüm başarısına rağmen, yüzyıllar boyunca “feminist” sözcüğü bir şekliyle marjinal, sorun çıkartan ve olumsuz bir sözcük olarak algılandı. Feminist olduğunu dile getiren bir kadının, hayatını yalnız başına, en iyisinden kedisi ile bir-iki odalı kasvetli bir evde, tek başına yaşlanacağı bir klişe (stereotip) olarak akıllara korkulu bir rüya gibi yerleştirildi. “Feminist olursan evlenemezsin” denildi fakat kadınların iyi eğitimler alıp, iyi kariyerlere sahip olması ile ortaya uzun süreli bekarlıklar çıktı.
Tabii eşini seçme şansı ile de ortaya ilginç bir durum çıktı. Kadınlar eski dönemlerdeki gibi onları koruyup kollayacak, en az onlar kadar iyi kariyerli, iyi eğitimli, hali vakti yerinde erkekler beklemeye başladı. Kadınlar gittikçe artan yaşam gustolarına uygun erkekler bulmakta zorlanmaya başlayınca bu hikayeler romantik komedi filmlerine ve dünya çapında başarı sağlayan dizilere dönüştüler. Popüler kültürde en bilindik diziler Sex and the City, Ally McBeal TV dizileri tüm dünyada büyük ilgi gördü. Girls dizisi, yeni Sex and the City olarak nitelendirildi, fakat daha feminist bir çizgisi vardı ve o kadar ilgi göremedi.
Ancak tüm şovlarda hep aynı olay örgüleri hakimdi. Kadınların başarılarına rağmen ortada her zaman peşinden koşulan “güçlü erkek”, terk etse de düğünde bıraksa da biz onları mutlu sonla olarak görmeye devam ettik. 40 yaşının üzerinde beyaz gelinliğini giyen çocuklu, mutlu Bridget Jones’a kadar “mutlu son” hep beyaz atlı prensi bulmaktı.
Kadınların başarıları, özel hayatlarında bir gelişme olmadığında yalnızca başkaları için değil kendileri için de hüzünlü olarak resmedildi.
Tüm bu şovların belki de olumlu sayılabilecek yanlarından biri kadınların seksten rahatça bahsedebilmeleriydi. Fakat kadınların cinsellikten rahatça bahsetmeleri bir noktadan sonra hem popüler kültür hem de erkek egemenliğinin etkisiyle yeniden başka bir yörüngeye girdi. Son yıllar özgürce cinsellik yaşamanın, tek gecelik ilişkilerin, yarınsız, beklentisiz ortadan kaybolan erkekler karşısında “cool” olma ve telefonun başında mesai harcamaya dönüştü.
Kısacası, seks yine tek taraflı bir eylem oldu. Kullanılıp atılan kadın karakterlerin yerini, seksten sonra aranmayan kadınlar aldı. Kadınlar bir kez daha beklemeye itildi… Durumlar ne olursa olsun kadınlardan serinkanlı olmaları beklenildi.
Hatta son dönemlerde kadınlara “ghosthing” yani beraber olduğunuz erkeğin sırra kadem basması karşısında bile sanki sıradan bir olaymışçasına kadınlara “cool” olması tembihlendi.
Sosyal medyadaki “Tinder” gibi, elinizin tersiyle, pazardan meyve seçer gibi partner seçtiğiniz tanışma uygulamaları, yaşadığımız cinselliği, birbirimize saygıyı ve özellikle insan bedenini bir ürün gibi sunmayı meşrulaştırdı.
Tüm bu saçma endüstri, romantik komedi filmlerine de yansıdı. Hatta öyle ki son yıllarda romantik komedi değil seks komedisi adı yaygınlaştı. Bir şekliyle cinsel tacizlere, kadınların aşağılanmalarına seks komedisi dendi, en kötüsü de bunlar feminizm başlığı altında yapıldı.
Kadın özgürleşmesi, erkek cinselliğinin her türlü istek ve arzusunu kabul etmek, bireye yapılan saygısızlığı kabul etmeye dönüştü.
Halbuki feminizmi “satması” için allayıp pullamaya hiç gerek var mı?!..
Feminist hareket sayesinde yalnızca kadınların dünyası değil, tüm dünya değişti. Kadınların oy vermeye başlamasıyla gerçeğe yakın demokrasi sağlandı. Ülkelerin ekonomik kalkınmasında önemli başarılar elde edildi, çift ilişkileri, aşka bakışta büyük farklılaşmalar yaşandı.
Kadınların özgürleşme çabası özellikle Batı toplumlarında, son yıllarda ise sosyal ağların sağladığı imkanlarla (özellikle Batı toplumlarındaki haksızlıkların da görünür hale gelmesi eşliğinde) farklı coğrafyaları da etkilemeye başladı.
Dünyanın her yerinde iyi anlatıldığında kadınların herkes tarafından izlenecek, ilgi duyulacak gerçek hikayeleri var. Üstelik ne feminizm sözcüğünden korkmaya ne de kelimenin satmasına ihtiyacımız var.
Bugünün dünyası feminizmle değişti ve değişmeye devam ediyor.
Özellikle genç kadınlara saçma sapan filmlerle, erkeklerin fantezi eğlence dünyasını, her istediklerini zevkleri için kabul etmemiz gerekmediğini anlatabilelim.
“Cool” olmak adına erkek egemen dünyanın yanlışlarına gülmek, bu sistemi onaylamaktan başka bir şey değil…