“Annem yaşananlara şaşırmazdı çünkü antisemitizm ile ilgili hayal kurmazdı. Babam ise çok üzülür ve umutsuzluğa kapılırdı. Ben ise hiç şaşırmadım. Artık tüm olanlara dair nadiren şaşırıyorum, bu eylemlerde bulunan kişiler bunları gizli yapıyorlar, çünkü bunun kötü olduğunun farkındalar. İşin aslı ne zamanki bir toplum kötüye gitse, olanlar Yahudilerden biliniyor, onlara karşı saldırılar artıyor.”
Bu sözler, Fransa’nın ilk kadın sağlık bakanı olmayı başarmış, Fransa’dan toplama kampı Auschwitz’e 16 yaşında yollanan, Pantéon’da ise naaşı olan tek kadın siyasetçi Simone Veil’in oğlu Pierre-François Veil’e ait.
Pierre-François Veil’in bu sözleri sarf etmesinin nedeni ise, salı günü annesinin, Paris’te 13. bölgede posta kutularının üzerinde bulunan resimlerine gamalı haçların kazınmış olması.
Fakat bu, Fransa’nın bu hafta yaşadığı tek antisemitist eylem değil. 2006 yılında antisemitist barbar bir çete tarafından öldürülen Hilan Halimi’nin 13 Şubat’taki anma töreninden önce mezarının başındaki ağaç söküldü. Bu eylem de 11 Şubat’ta Fransa İçişleri Bakanı Christophe Castaner'in Fransa’da antisemitist eylemlerin 2018 yılında yüzde 74 arttığını açıkladığı bilgiyi doğrular nitelikteydi.
Sarı yeleklilerin eylemlerinde ve sosyal medyada Yahudilere karşı gittikçe dozu artan ağır sözler, sloganlar ise dikkat çekici. Sarı yeleklilerin eylemlerinin en çok eleştiri aldığı yönü de hareketlerin aşırı bir sağcı bir nitelik kazanıp, şiddet yanlısı eylemlere dönüşmekte olup olmadığı…
Burada, Antoine Veil’in “Bir toplum ne zaman kötüye gitse, Yahudilerden bilinir” sözüne geri dönelim. Ekonomik ve toplumsal sıkıntıların artışı ile toplumun “ötekileri” hemen suçlu ilan edip, kitlelerin vicdanlarını rahatlatma yatkınlıkları yeni değil. Fransa da uzunca bir zamandır yaşadığı sıkıntıların faturasını halk nezdinde Kuzey Afrikalı göçmenlere, Yahudilere sıklıkla ve kolaylıkla çıkarıyor.
Kısacası bir toplumun idari, ekonomik ve toplumsal sancıları için günah keçisi aranıyor. Halihazırda günahların yüzyıllardır atfedildiği azınlıklar arasında Yahudiler bir kez daha sorumlu olarak gösteriliyor. Bu sava, önemli bir akademisyenimiz Fatmagül Berktay’ın “Avrupa’da Cadılık ve Cadı Avı: Çok Katmanlı Bir Tarihsel Olgu” adlı makalesindeki (Doğu/Batı, Sayı: 84, 2018) şu paragraf ile devam edelim.
“Hıristiyan Batı toplumu, başka herhangi bir toplum gibi, çalkantı ve toleranssızlık dönemlerinde günah keçileri arayışına girer. “Yahudi ya da cadı, her ikisi de olabilir, ama toplum en yakınındakini tercih edecektir. Dominikenler bu ikisinden de nefret ederler ama Alpler’de ve Pireneler’de cadı avına girişirken, İspanya’da Yahudiler üzerinde yoğunlaşırlar. Bu, İspanya’da cadı olmadığını düşündükleri için değildir ama Engizisyon bir kez sağlamca kurulduktan sonra yerel düzenin önceliğine önem verirler. Ellerinde Yahudiler ve Kuzey Afrikalı Müslüman dönmeler varken Engizitörlerin cadılara pek az vakti kalır. Öte yandan Almanya’da öncelik tersinedir. 16. yüzyıldan itibaren cadı, adım adım, daha önceki korkunç pogromların mağduru Yahudinin yerini alır ve 17. yüzyılda bu tersine dönüş aşağı yukarı tamamlanır. Öyle ki Veba sırasında evrensel günah keçisi Yahudi iken, Din Savaşları döneminin evrensel günah keçisi cadıdır. 15. yüzyılda Fransa’da cadı avının yaygınlaşmasının Yüzyıl Savaşlarının getirdiği yıkımla ilgili olması da tesadüf değildir.”
Bu paragraf kuşkusuz yalnızca Fransa’yı değil Avrupa’nın bakış açısını anlamak için de önemli.
Türkiye’de de son dönemlerde neden sonuç ilişkisinde, özellikle kadın özgürleşmesi konusunda gittikçe yanlış bir kanı beliriyor. Sanki kadın özgürleşmesi, toplumsal krizlerin, boşanmaların, kadın cinayetlerinin öznesi olarak sunuluyor. Uzun bir zamandır kadın-erkek eşitliği değil de adalet kelimesi her yere serpiştiriliyor.
Aslında kadın özgürleşmesi, kadınların kamudaki varlıkları Türkiye’nin, herkesi bir arada tutabilen biricik eşsiz değeri laikliğin de bir simgesi! Kadınların üzerinden yapılan her türlü siyaset laikliği de hedef alıyor, fakat Türkiye’deki yaygın ve anlaşılmaz kanı kadınların toplumda sanki azınlıkmışçasına bir muamele görmesi, kadının toplum içindeki varlığı ile laiklik arasında bir ilişkinin henüz kurulamamış olması.
İşte laiklik ve kadın arasındaki bağlantıyı kuramayan Türkiye’yi ise büyük bir sıkıntı bekliyor. Bu sıkıntıya bir örnek olarak, İslam Konferansı Örgütü Kadın İlerlemesi Teşkilatı Tüzüğü’nde yer alan “Müslüman âleminde, hızla değişen, gelişen ve modernleşen bir dünyada kadınların, erkeklerin saygı duyulan eşleri olarak yetiştirilmesi, öğretim eğitim ve durumlarının iyileştirilmesinin rolünün önemini teyit ederek…” şeklindeki giriş cümlesinin Meclis gündemine taşınmış olması verilebilir.
Türkiye Kadın Federasyonu Dernekleri Başkanı Canan Güllü 15 Şubat’ta Halk TV’de yaptığı açıklamada, konunun seçim döneminin öncesinde meclise taşınmış olmasından dolayı büyük bir endişe duyduğunu dile getiriyor ve herkesi mücadeleye davet ediyor.
Kısacası, durumlar iyi gitmediğinde, hangi yüzyıl, hangi coğrafya hiç fark etmeksizin ister Yahudiler ister kadınlar ister başkaları, hep ama hep ötekiler günah keçisi ilan ediliyor. Halbuki toplumların ilerlemelerinin sağlanması, sorunların gerçek nedenlerinin tespiti ile başlıyor. Kadınların eş olma gibi bir zorunlulukları yok, ama saygın birer yurttaş olarak görülme zorunlulukları hem evrensel açıdan hem de bizim anayasamızda temel bir kural.