Geçen hafta iki ayrı kurumda, iki ayrı problem içinde dönüp duruyordum. Enteresan olarak iki kurumda bana mağdur olmakla ilgili iki şey söyledi.
Birisinin müşteri hizmetleriyle her görüştüğümde, istisnasız her müşteri hizmeti görevlisi bana “mağduriyetinizi anlıyorum” diyordu.
Diğer kurumun çalışanı ise bana “kendinizi mağdur hissetmeyin" dedi.
Ardından evin içinde bir şey konuşuyorduk. Bambaşka bir konu. Ben “hem haklı, hem mağdur” dedim. Eşim itiraz etti. “İkisini bir arada kullanmak doğru değil, mağdur olan zaten haklı olandır” dedi.
Üç ayrı olay, birden bire bütünü oluşturdu. Mağdur olarak haklı hissettiğimizde neler oluyor?
Herhangi bir olay içerisindeyken “haklı olmak” güzel gibi görünüyor. Müthiş bir ego tatmini aynı zamanda.
"Haklıyım, o zaman doğruyum” gibi bir yere gidiyor.
Özellikle bir problem içinde iken, birilerinin size “hak vermesi” ya da “haklı bulunmanız” büyük ölçüde temize çekilmeyi sağlıyor, bu da kendimizi iyi hissetmemize olanak tanıyor.
“Mağduriyetinizi anlıyorum” cümlesi sürekli olarak anlaşıldığım hissini veriyor ve problemin çözüleceğine inandırıyor. Gelin görün ki, otuz beş gün boyunca aynı problemin içinde döndük. Kendimi mağdur hissetmezken kurumun bana sürekli bunu söylemesi, içten içe bana “aaa, mağdurum, beni anladılar” dedirtiyor ve sorunun çözüleceğine inandırıyordu.
Peki, istediğimi elde etmek için mağdur durumuna mı düşmem gerekiyordu?
Diğer kurumun çalışanı ise “mağdur hissetmeyin” dediğinde, kendimi haklı buldum! Mağdur değilsem, güçlüyüm, oley! Kazanmaya ramak var.
Peki, nasıl oluyor da kendimize mağduriyetlerden haklılıklar çıkarıyoruz?
Mağdur olan her zaman haklı mı? Haklı olmak için mağdur olmamız mı gerekiyor?
Mağdur olmadan haklı olsaydık ne olurdu? Ya da herkes haksız bulsaydı bizi, o zaman ne olurdu?
Buz gibi koşullu sevilme durumu. Diğer adıyla ödül sistemi. Hani çocuklukta sınıfın birincisi olduğumuzda, annemizi üzmediğimizde, yemeğimizi bitirdiğimizde, eve zamanında geldiğimizde aldığımız “aferin” sözleri ve karne hediyesi olarak kazandığımız o ödüller filan var ya, işte bunlar hep koşullu sevginin uzantıları.
Biraz daha ötesinde ağladığımızda bize sunulan şefkat; ilk kırılan oyuncak acısından, son gelinen aşk acısına kadar bizi örseleyen her durumun, kişinin karşısında gördüğümüz ilgi, aldığımız destek isteklerimizi de, sevgiyi de koşullara bağlıyor. Bu ise “acıdan beslenmek” oluyor, düpedüz “acıdan besleniyoruz”.
Kanser hastaları ile yapılan çalışmalarda “Bu hastalık sana neler sağladı? Hayatına nasıl bir katkı sundu?” diye sorulduğunda genelde ne cevap veriyorlar, biliyor musunuz? “Ailemin beni ne kadar sevdiğini anladım. Herkes etrafımda pervane oldu.”
Sevildiğimizi bilmek için gerçekten acıya mı ihtiyacımız var? Gerçek acı bu bence, acıya düşünce sevilmek, çok acı! Dramların içinde, mağduriyetler arasında var olup güçlü ve mutlu hissediyoruz. Oysa, isteklerimizin gerçek olması, mutlu olmamız için hiç bir koşula, haklılığa, mağduriyete ihtiyacımız yok.
Kayıtsız, şartsız var olabilmek, bütün mesele bu. Tabii ki, evet ben şimdi kayıtsız şartsız varım ve mutlu oluyorum diyerek olmuyor. Böyle olsaydı komik olurdu değil mi? Mağduriyetler, haklılıklar, koşullu durumlar havalarda uçuşurken, birileri karşımıza çıkacak ve bize var olan sistemi hatırlatacak. Bir yerlerde her zaman sistem savunucuları ve yürütücüleri olacak.
Olsunlar. Sistem savunucularını ve yürütücülerini koşullarına uymak için değil, kendinizi ifade etmek için birer fırsat olarak görün.
Nerede açık görüşlü olmayan ve sizi koşullara bağlamaya çalışan sistem yürütücü insan varsa, çıkın karşısına "Ben varım ve böyleyim” deyin, kendi benliğinize sahip çıkın. Yeter ki kendi gücünüzü, varlığınızı, değerinizi hatırlayın.
Demem o ki, ezberini bozun insanların. Onlara yeni ufuklar görme şansı verin. Verin ki, onların da bakış açıları genişlesin. Herbirimizin var oluşun bir parçası olduğumuzu, tek bir varoluş hali olmadığını, binbir çiçekli bir iklimde yaşadığımızı hatırlasınlar.