Bir ipte, bir cambaz… Düşmemek için pür dikkat. Ayağını usulca atıyor diğerinin önüne. Hep tetikte, hep yay gibi gerilmiş bedeni. Kolay mı, ipin üstünde yürümek!
İp dediğiniz nedir ki, bildiğin hayat!
Başı belli, sonu belli.
Geldiğin yer belli, gittiğin yer belli.
Belli olmasına belli de, orta yerde düşmek var. İpin tak diye kopması var.
Cambaz her şeye rağmen ipin üstünde. Her titreşime uyumlu bedeni.
Her adımda ip hafiften esniyor, titreşimi yavaşça kayboluyor, cambaz titreşimle uyumlu, dengeyi her seferinde tutturuyor. İlk önce iple biraz esniyor, sonra kontrolü eline alıyor, ta ta ta taaa hala ipin üzerinde!
Düşebilir, düşmemenin tek koşulu ritme uyum sağlamak, olanı kabul etmek, kendinden emin olmak ve inanmak. O ipte yürüyeceğine inanmak.
Tek işi o anda ipin üstünde durmak ve yürümek. On adım sonra bacaklarının titreyip titremeyeceğin hesaplamadan, attığı adımın farkında olmak. Belki, arada bir, önceki adımının tereddütünü fark edip daha kendinden emin olmaya çalışıyordur, bilemiyorum.
Belki bir sonraki adımında bacağını daha estetik ama güçlü atmaya çalışıyordur, bilemiyorum.
Bildiğim tek bir şey var, attığı her adımın hakkını veriyor, iple bütünleşiyor. Kimse onu bıçak zoruyla yürütmediğine göre, yaptığı işten tüm tehlikesine ve riskine rağmen keyif alıyordur herhalde. “Of ulan, beni de çıkardınız buraya soytarı ettiniz kendinize” demiyordur diye, tahmin ediyorum.
Sahi cambaz niye yürür ipte?
Şu dünyada, varoluşta her şeyin bir anlamı varsa, o cambaz bize neyi göstermeye çalışıyor?
Eh diyeceksiniz ki, hayatı dedin ya.
Dedim, demesine de, bizim ipler biraz karışık!
Eminim ki, tek bir ip olsaydı önümüzde ve diğer hiç bir iple kesişmeseydi yolumuzu muhteşem keyifle yürürdük.
Dedim ya, bizim ipler karışık. Birinin ipi üstümüzden geçiyor, diğerinin ki yanımızda, adam koşuyor ipte vızz diye, bazı ipler bizimkinin üstüne binmiş, iyi mi!
Bir de bizim ipimizi kesiştirmeye “haydi gel, birlikte yürüyelim” demeye çalıştıklarımız var. Galiba bazen de abartıyoruz durumu “gel canım benim gel, benim ip seninkinden daha güzel, benimkinden yürü” diyoruz. Diğeri “yok ben böyle iyiyim” dediğinde, “Allah aşkına gel, bak, benimki daha iyi, gel, çok seveceksin” diyoruz.
Bunun tersi de var elbet, biz ya da diğeri “Ayyy, senin ipin ne güzel öyle, ben de senin ipinden yürüyeceğim” diyor. Pat atlıyor ipin üstüne, kur dengeyi kurabilirsen.
Bir de şu halimiz oluyor zaman zaman “Üfff, benim ip bir fena, bir fena, ince mi, ince. Yamuk mu yamuk, hiç esnemiyor da, ben geleyim seninkinden yürüyeyim.”
Diğeri diyor ki; “Yok canım, benimki ancak beni taşıyor, sen gelme.”
Biz ısrarcı:
“N’olur geleyim bak çok kötü durumdayım.”
Öteki bir türlü kabul etmiyor bizi, biz maymuna dönüyoruz, ipin üstüne çıkamadık ya, şempanze gibi tutunuyoruz ha babam çıkıcam, de babam çıkıcam.
Çıkamazsam asılırım, modunda yürüyoruz. Diğeri o sırada elimize basıyor geçiyor, kafamızdan destek alıyor. Biz hala tutunmaya çalışıyoruz, en sonunda yetmiyor gücümüz hooop kendi ipimize düşüyoruz. Bu sefer “Ayaklarımın üzerinde durmak nasıl bir şeydi acaba?” diye tereddütle yürümeye çalışıyoruz.
Biz tüm bunlarla uğraşırken, ötekiler almış başını gitmiş. Bu sefer başlıyoruz öykünmeye, ağlamaya, sızlamaya “Ahh ben geride kaldım, bir zalime kalbimi verdim, ah bana, vah bana!” diye diye, kan ter içinde dengeyi yeniden bulmaya çalışıyoruz.
Sadece bunlar değil elbet iple aramızdaki ilişkiyi bozan.
Bazen adım atmaya korkuyoruz, bazen nefes almaya, bazen gücümüzü, inancımızı unutuyoruz. Aslında ne oluyorsa da, hep bizden oluyor. Kendi yeteneğimizi, bizim için var olan iple uyumlu olmayı unuttuğumuz zaman oluyor.
Cambazın ipi cambazın gücüne, ağırlığına göre esniyor şekil alıyor. Unutmayın. İpi aşağıya doğru eğecek olan da, düz bir çizgi yapacak olan da sizsiniz.
Demem o ki, aşağısı yukarısı, sağı solu bahane, ipinle gel meydâne. Niye dersen, ortada durana var bir şahane.