Neredeyse dokuz yıl önceydi.
Markete girip limon alırken gözlerim dolmuştu. "Parayla limon alınır mı?” diye kendime sorduğumu hatırlıyorum.
Limonlarından dalları eğilmiş ağaçların arasından yürürken, sen gel süpermarketin rafından limon al.
Ne acayip bir durumdu?
İki katlı evleri, çam ağaçları, eşsiz mimarisi, buz gibi akan suyuyla Akyaka daha turizm cenneti olmaya yeni yeni adım atıyordu. Tam o sıralarda İstanbul’a geldim.
Orada geçen yıllar sanırım bir çeşit uyanış ile birlikte bağımlılık yarattı. Akyaka’da yaşamaya başlamadan önce hep büyük şehirde yaşamış bir insanın küçük bir kasabaya bu kadar bağlanması, hem de daha yirmi iki, yirmi üç yaşındayken bağlanması bence ilginç.
Ardından Türkiye’nin en kalabalık, en kozmopolit şehrinde yaşamaya başlaması ise tam bir şok.
İzmir’de üniversiteye hazırlanırken tüm arkadaşlarımın hayali İstanbul’du. Hepsi İstanbul’a gelip öğrencilik yıllarını bu şehirde taçlandırmak istiyordu. Ben inatla “Hayatta İstanbul’da yaşamam” diyordum. Hayat işte, onların hepsi İzmir’de, ben İstanbul’dayım.
Siz bu yazıyı okurken biz İstanbul’dan büyük ölçüde ayrılıyoruz. Muhtemelen şu an yoldayız. Önümüzdeki yıllarımız için merkez üssümüzü Bodrum olarak belirledik. Bir Akyaka değilse de, Bodrum, Bodrum’dur.
Her coğrafya, her iklim, her coğrafyanın, iklimin insanı hep bir şeyler öğretiyor. Sorun şu ki, İstanbul’un bir coğrafyası, bir iklimi olmasına rağmen bu coğrafyanın ve iklimin insanlarını bulmak zor. Sanırım coğrafya çoktan nanay, iklim işleri de epey karıştı.
Kozmopolit bir şehir, kozmopolit yaşamayan insanlarla dolu. Her şey allak bullak, üst üste, yan yana, alt alta. En son karşılaştığım İstanbul’u mesken tutmuş çılgın kişi bir elinde sigarası, bir elinde cep telefonuyla arabasını kullanıyor, hatta şeritte benim önüme geçmeye çalışıyordu.
Ben bu kadar becerikli ve üstün olmadığım için oldukça yadırgadım olan biteni. Kusur bizdedir diye gidelim dedik.
Son bir aydır, uyandığım her sabah, çıplak ayaklarımla toprağa basacağım günlerin hayalini kuruyorum. İki karış toprağı çapalayacağım diye heyecanlıyım.
İstanbul hep baki. Biz hep İstanbul’a geleceğiz, bu bir terk ediş değil, sadece merkez üssünü değiştirmek.
Benim ilk geldiğim zamanlarda gördüğüm İstanbul hızla yok olduğu için, artık o İstanbul’u hiç göremediğim için.
Her kış kalabalıklardan itinayla uzak durmak zorunda kaldığımız için.
Havanın nemi, kirliliği genzimizi yaktığı için.
İki yıl sonra kızımızı arkadaşlarıyla özgürce sinemaya gönderemeyeceğimiz için.
Trafikte sekiz şeriti aynı anda değiştiremediğimiz, toplu taşımada atmaca gibi boş koltuğa konamadığımız için, yağmur suyunda yüzmeyi bilmediğimiz için, gidiyoruz.
Bir de şu yapaylık var: “Residance" ve “plaza hayatı”. Tam bir illüzyon dünyası, lüks içinde yaşadığını sanan köleler topluluğu. Oysa sadece sıkıştırılmış hayatlar, yapay tatlandırıcı gibi draje mutluluklar. Benim bünyem bu kısma hiç uyum gösteremedi zaten. Onlar bana, ben onlara uzaylı gibi baktım uzun yıllar boyunca.
Siz İstanbul’a hazırsanız, İstanbul size her zaman hazır. Onunla bir gece dışarı çıkmak için makyaj yapmasını beklemeniz gerekmiyor.
Bu şehir insana kısa zamanlarda, geniş zaman planları yapmayı öğretiyor. Hiç bir anı ıskalamadan yaşamayı öğreniyorsunuz. Zaten bir anı bir kere ıskaladınız mı, neredeyse tüm gün kağıttan kule gibi yıkılıyor. Bir arkadaşınızla bir saatlik kahve buluşması için iki üç gün öncesinden plan yapmanız gerekiyor. İzmir’de ise bu olay şöyle gerçekleşirdi genelde:
İstanbul bize ne kadar dostumuz olursa olsun, tek başımıza dayanaksız ayakta durmayı da öğretiyor. Bu trafikte “Ah canım çok sıkıldı, iki lafın belini kıralım” diyemediğiniz için dertlerinizle başa çıkmayı öğreniyorsunuz. Daha doğrusu dert sandıklarınızın aslında o kadar da mühim olmadığını öğreniyorsunuz. Her şeyin geçici olduğunu, hayatın hep yek hep tek akıp gittiğini öğreniyorsunuz.
Bu şehir öyle bir güçlendiriyor ki insanı hiç çaktırmadan, sonrasında sanırım nereye giderseniz gidin her şey süt liman oluyor. Tek tabanca yaşamayı öğrenmek için yegane yer İstanbul.
Özgürlüğü öğretiyor. Kalabalık, hınca hınç dolu alanlarda kendi alanınızı ve isteklerinizi yaşamak için olanaklar yaratmayı öğreniyorsunuz.
İki ağacın değerini, balkonda açan çiçeğin kıymetini iliklerinize kadar hissetmeyi öğreniyorsunuz. Binaların arasına sıkışmış bir ağaca bakıp mutlu olmayı öğrenmek bile büyük iş.
İstanbul’dan benim payıma bunlar düştü. Bakalım Bodrum’da payımıza neler düşecek?