Her şey gittikçe birbirinin içine giriyor. Kutuplar hizalanıyor gibi.
Tıpkı meydan savaşında, karşı karşıya gelmiş iki ordunun yerleşmesi sırasındaki gibi.
Gruplar kendi içinde hızlı hareketlerle yoğunlaşırken, saflaşırken ve bir düzene girerken devam eden hızın yokmuş gibi görünmesi… Başlamadan önceki çıldırtıcı sessizlik.
Korku, endişe…
"Ne olacak şimdi?” sorusu.
Erzakları toplayıp, kapıyı sıkıca kilitleyip savaş fırtınası geçene kadar sığınaklara mı inmeli?
Devekuşu gibi başımızı kuma gömsek, her şey olup biter, yara almadan kurtulur muyuz?
Sahi devekuşu gerçekten başını kuma gömer mi? Sanırım, her zaman değil.
Hükümet ile savaştıkları bile var tarihte:
Büyük Devekuşu Savaşı, 1932. Orijinal adı ile Emu War.
Savaş tarihi: 2 Kasım-10 Aralık 1932.
Savaşa katılanlar: Devekuşları, Sir George Pearce, Avustralya Kraliyet Topçusu
İnsanlık devekuşlarına savaş açıyor, teşbih değil. İnsanlar, bildiğiniz devekuşları ile savaşa giriyor.
Düşünebiliyor musunuz, doğanın bir parçası olan devekuşları, insanlarla çarpışmak zorunda kalıyor. Kendi yaşamlarında, düzenleri içerisinde yaşarken birden bir kuşatma altında kalıyorlar. Ne marjinal hayvan şu devekuşu!
I. Dünya Savaşı sona erdikten sonra Avustralya’dan savaşa katılan askerler, savaş öncesi mesleklerine, yani çiftçiliğe geri dönmek istiyorlar. O dönem yaşanan Büyük Buhran, buğday fiyatlarının düşüşü ve hükümetin desteksizliği bu isteklerini engelliyor.
Savaş yıllarında boş kalan tarım arazilerinde ise devekuşları yaşamaya başlamış. 1932 yılına gelindiğinde üreme zamanlarında 20 bin devekuşu daha bu bölgeye göç ediyor.
Doğada hiç bir alan boş kalmaz, unutmayalım. Dengeyi bir kere bozduğumuzda, yani bir tercih yaptığımızda ve bir alanı bıraktığımızda orası artık bizim değildir. Burası benim topraklarımdı diye efelenmenin, pek manası olmuyor.
Avustralya Savunma Bakanlığı gelen tepkiler üzerine duruma el atıyor. Bildiğiniz devlete ait makineli tüfeklerle ve bol sayıda savaş cephaneliği ile deve kuşlarına saldırmaya başlıyor. Savaşta devekuşlarına 9 bin 860 kurşun atılıyor, öldürülen devekuşu sayısı ise 900 ile 1000 arasında kalıyor.
Başka bir deyişle askerlerin attığı kurşunu isabet ettirme oranı onda birdi.
Devekuşları dinamik ve çevik bir hayvan türü. Çalıların arasına ve gölge bodurluk alanlara saklanarak askerlerin onları vurmalarını engelliyorlar. Hatta bu dönem bazı gazeteler devekuşlarının kendi savaş stratejilerini geliştirdiklerini bile yazıyor.
Savaşın sonunda tarım arazileri o kadar hasar görüyor ki, ayakta kalan devekuşları bölgeyi terk etmek zorunda kalıyor. Çiftçilik başka bir bahara erteleniyor.
Ve “Devekuşu Savaşı” tamamen kaybediliyor.
Bu savaşın ardından parlamentoda kimin madalya alacağı tartışması çıkıyor. Bir milletvekili “Madalyanın tek sahibi devekuşudur.” diyerek tartışmaları sonlandırıyor.
Ne yazık ki, iş burada kalmıyor.
Bu olaydan üç yıl sonra devekuşları yeniden alana dönmeye başladılar. Bu sefer hükümet onlarla savaşmayı aklından bile geçirmiyordu, dünyaya madara olmak hükümetlerin istemeyeceği bir durum. Hele bir de konu marjinal devekuşları ise tam bir imaj sarsıntısı. Tüm savaş çığlıklarına rağmen bu sefer hükümet topa kendisi girmiyor.
Ödül sistemine geçiyor. Devekuşunu öldürüp gagasını getiren herkese gaga başına para verilmeye başlanıyor. İlk iki ayın sonunda on üç bin devekuşu öldürülüyor. İlk yılın sonunda otuz bin devekuşu katlediliyor.
En sonunda hükümet devekuşlarının alana girmemesi için tel çit çekiyor, sorun çözülmüş gibi görünüyor.
Aradan yıllar yıllar geçiyor, Avustralya'nın tarım geliri katlanarak artıyor.
2009 yılı raporlarına göre, Avustralya’daki su kaynakları tükeniyor. Nedeni ise insan eliyle yapılan müdahaleler olarak geçiyor.
Ve Avustralya hükümeti “Hiç bir su birikintisi güvenli değildir” tabelaları asmak zorunda kalıyor. Nedeni ise, su birikintileri içinde oluşan ve ölümcül etkilere sahip bakteriler, zehirli canlılar.
Devekuşları sadece Afrika’daki bir bölgede özgür yaşayabiliyorlar. Onun dışında tüm dünyada devekuşu yetiştiriciliği ciddi ticari faaliyet olarak görülüyor.
Neyi seçmeli insan? Hâlâ yanıtını bilmiyor muyuz?
Yazarken anımsadım, sözleri Zülfü Livaneli’ye ait bir ezgi var, Hasret Gültekin'in yorumu içine işler insanın: “Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli”
Öyle işte, bildiğiniz gibi, yani.