İlişkilerimiz ve biz.
Ve biz olmamızı sağlayan bağlanma yapımız.
Bağlanma iki kişinin bir araya geldiğinde yarattığı ilişki ahengi, uyumu.
Bağlanma temel yaşam dayanaklarımızdan birisi. İlk nefesle başlayıp son nefese kadar süren, devam eden, sarsılan, mümkünse, ritmini bulan bir hal.
Sağlıklı bir bağlanma ile kurulan ilişkiler yaşamın her alanında benlik yapımızı, kendimize olan saygımızı dengede tutmamızı sağlıyor. Bağlanma en temelde üç şekilde ortaya çıkabiliyor; Güvenli, kaygılı ve kaçıngan.
Her biri ilişki yaratıyor. Adı üstünde bağ kurma biçimini ifade ediyor.
Bağlanma tutumuzu ise büyük ölçüde bebeklik döneminde bize bakım veren kişiyle kurduğumuz ilişki belirliyor. Yetişkinlikte kurduğumuz ilişkiler ilk bağlanmanın birer yansıtıcısı halini alıyor. İlişkinin temel dinamiklerini anlamak için belirleyici öğeler arasında bağlanma biçimi var. Bu nedenle insanların ilişkilerini toplumsal değerler, ahlak yapısı içinde değerlendirmek verimli, hoşgörülü ve empati kurulmuş bir süreci anlatmaz.
Neden?
İki kişi, bir toplumun içinde bir araya gelmiş olsalar da toplumsal değerlere uygun bir kontrata imza atmış olsalar da onları bir araya getiren ilişkiyi sürdürmelerini sağlayan bağlanma biçimleridir.
Şayet siz ilişki biçiminizi, yaşam tarzınızı, evliliğinizi gözler önüne serer, nasıl bir ilişkiniz olduğunu kamuya açarsanız insanların eleştirilerine maruz kalmanız, yadırganmanız ve değerlendirilmelere tâbi tutulmanız çok normaldir.
Ne onaylanmak ne uymak zorundasınız. Bu yüzden özel hayat, özel hayatın gizliliği, özel hayatın ihlali gibi kavramlar var.
Aslında farklılıkların yargılanmasını, eleştirilmesini sorgulamadan önce sorulması gereken: Özel hayatların neden geniş kitlelere açılma gereği duyulduğudur.
Bir de şu tarafı var: Bizler insanların ilişkilerini nasıl yaşadıkları ile neden bu kadar ilgiliyiz? Bu tür şeyler nasıl haber değeri taşıyor, bunları da düşünmek bir farkındalık sağlayabilir.
Bir ilişkiyi toplumun içinde ne kadar göstererek yaşayacağımız ne kadar dar çevremize açacağımız, ne kadar iki kişi arasında paylaşımda bulunacağımız ne kadarını kendimize saklayacağımızı açık, net olarak belirlememiz her ilişki için gereklidir. Sınırlarımızı belirlemezsek bir anlaşmaya varamazsak her türlü darbeye, eleştiriye açık hale geliyoruz. Aslında bu bakımdan insanların hayatlarımız, evliliklerimiz, ilişkilerimiz hakkında konuşma hakkını bizim paylaşım ve açıklamalarımız sağlıyor.
"Konuşmasınlar efendim! Kabul etsinler, saygı göstersinler!"
Neden?
Onlara ters geliyorsa konuşurlar.
Beğenmiyorlarsa eleştirirler.
Alışık değillerse yargılarlar.
Aslında bunlar içinde bulunduğumuz çağın özellikleri. İnsan dediğimiz yapı bu yüzyıllarda aşırı dışa dönük, rahat, özgür, istediği hemen her şeye ulaşma gücünde, kendi tarzına uygun yaşamaya kodlanmışken aynı zamanda bilinci bağnaz, tutucu, yargılayıcı ve eleştirel.
Son yirmi otuz yıldır teknoloji atağına çekildik ve yapımızda enteresan sonuçlar ortaya çıktı. Alışık olmadığımız tarzların, kültürel yapıların, bakış açılarının burnumuzun dibine kadar girmesini sağladı. Ne yazık ki, bireyler dış dünyaya açılıp farklılıkları kabul etme konusunda hazır değilken böyle bir dönüşümün içine girdik.
Şu anda da tam eleştirilme, yargılanma, dışlanma zamanlarının ortasındayız. Değişim dönemini tamamlayıp sonuna ulaşabilirsek birbirimizin hayatlarını, değerlerini, tarzlarının tercihlere bağlı seçimler olduğunu algılayıp kabul edebileceğiz.
Böylece magazin basını, sosyal medya fenomenleri değişecek. Estetik, güzellik, beden algısı, giyim tarzı gibi durumlar tek tipleştirilme zorunluluğundan çıkacak.
Ne yazık ki, şu anda özlemini çektiğimiz dünya içinde değiliz. Hepimiz biraz sarsılıyor ve örseleniyoruz. Daha önceleri içe dönük, kapalı toplum içinde yaşamaya o kadar alışıktık ki, kabul edilmeme, ezilme, dışlanma sadece azınlıklara ait duygulardı. Şimdi neredeyse farklılık gösteren her bireye, her ilişkiye, her aileye ait. Önce bu gerçekliği kabul edelim, belki o zaman kırılıp incinmeler, dökülüp küsmelerimiz azalır.
Bu noktada da yine en çok dışlanma ve kabul edilmeme duygusu alışılmış tarza uzak yaşayanlar, özgürlüğü önemseyenler yaşıyor. Çok normal. Baskı altında hissedenler, kalanlar onlar. Bu nedenle belki de kabul edileceğimiz yanılgısından uzaklaşmak koruyucu bir etki yaratır.
Sanırım kabul edilmemiz gerekiyor, özgür olmamız gerekiyor, rahat olmamız gerekiyor gibi idealist düşüncelerin peşinde koşmak gibi bir zaafımız var. Oysa, çoğu kişi ve yapı kabul etmekten hoşlanmıyor, kabul etmemek onların varoluş süreçlerinin bir parçası, bunu gözden kaçırabiliyoruz.
Özgürlük isteğimizi ve değerlerimizi kapalı yaşamak bizi bu ağır duygulardan koruyor.
Ve mümkünse açılmayalım. Açıldık otuz binlerdeki vakaları görüyoruz. Hazır olmadan, gerekli değilse açılmayalım, ilişkilerimizi sere serpe yaşamayalım. Belki bir gün garipsenmeme ihtimalimiz olduğunu kabul edip kendi yolumuza, yaşamımıza odaklanalım ki, kırıp döken bakış açıları, tutumlar ve davranışlar bizi örselemesin, kırmasın.
Kırılmak, dökülmek, incinmek özgürce yaşamak için ödenmesi gereken bedeller değil. Su akar, yolunu bulur. Hiç ezilmez, esnektir ve yatağında öylece akmaktadır. Kendi ritmi, yapısı, formu vardır. Deniz gibi dalgalanmaz, o belirli bir ivmede akmaya, yol almaya devam eder, sonunda varsa potansiyeli denize ya da okyanusa kavuşur.