Bile bile yaşamakDepremi, seli, yangını,Aşkı, ayrılığı, gözyaşını bile bileAcıyı, hastalığı bile bile yaşamakKaybı ve ölümü bile bile
Son günlerde düşünüyoruzdur, her an enkaz altında kalabiliriz, her an soluksuz kalabiliriz, bir yerlerimiz hasar alabilir, her an ölebiliriz, her an yakınlarımızdan haber alamadığımız saatler günler yaşayabiliriz, her an her şey büyük bir gümbürtüyle üstümüze yıkılabilir, her an büyük bir toplumsal travma kişisel, aile ve ülke tarihimize koskoca bir yıkım olarak yazılabilir...
Son yıllarda düşünüyoruzdur, her an bir doktor raporuyla kanser olduğumuzu öğrenebiliriz, her an bunu kime ve nasıl söyleyeceğimizin muhakemesine düşebilir, her an içimiz "yavruma, sevenlerime nasıl bir acı bırakacağım" acısıyla kavrulmaya başlayabilir. Ya da her an bir sevdiğimizden böyle bir haber alabiliriz, daha göreceği günler vardı ah'ıyla...
Zaman zaman düşünüyoruzdur, her an bir sevdiğimizi, en sevdiğimizi kaybedebiliriz, bu acı ile aklımızı yitirebiliriz, daha kötüsü yitirmeyebiliriz...
Hayatımızda en az bir defa düşünmüşüzdür, her an kimin dininden gelir bilmeyeceğimiz bir kıyamet yaşayabiliriz, bir kehanet gerçekleşebilir, dünya/dünyamız başımıza yıkılabilir...
Herkes gibi, o gün de bugünün düne benzeyeceği hissiyle uyanır, bunu umar ve farkında olmadan sanarken, hiç beklemediğimiz "bir an" ile bir çok şey tepe taklak, alaşağı, darmadağın olabilir.
Susuyorum. Olabilir çünkü, biliyorum.
Susuyorum. İşim de bu. Elimden gelen de. Bu kaygıları ve düşünceleri dinliyorum. Terapistken, arkadaşken, anneyken, evlatken, kardeşken, teyzeyken, sevgiliyken, dinliyorum ve susuyorum.
Üstelik hepsi olasılık dahilinde doğru. Yalan diyemem, siz büyütüyorsunuz diyemem, olmaz yahu bana güvenin, diyemem.
Hepimiz bu evrenin ve düzenin doğal kurbanlarıyız. Öfke ve isyan içip, kader şerbeti diyoruz. Ne kadar isyan etsek de failimizi bulamıyoruz.
17 Ağustos 1999'dan kısa bir süre sonra uzmanlar tarafından açıklama yapıldı ve "30 yıl içinde Büyük İstanbul Depremi gerçekleşecek" dendi. Ve hiç şüphe yoktu. Jeoloji mühendisliği okumadan da fay hattını izleyen enerjinin birikme sırasının istanbul'a geldiğini anlamamız, Marmara Denizi diye bir çukurun zaten İstanbul ve civarındaki depremlerden oluştuğunu anlamamız çok mümkündü. Depremin çok kötü bir şey olduğunu anladık, evleri, ocakları, şehirleri yıktığını, büyük fiziksel ve ruhsal izler bıraktığını öğrendik. Üniversite son sınıftaydım ve Gölcük Gözlementepe'deki Çadır Okul'da gönüllü destek veren bir gruptaydım, Kızılay Çadırı, umumi ötesi tuvalet, soğuktan uyuyamamak ve korku dolu gözler nedir, çok iyi öğrendim. Giden gitmeyen hepimiz meseleyi anladık. Acıları bizzat gözlerimizle gördük, depremin olacağına inandık ve bugün üzerinden tam 20 yıl geçti!
Zaman (Tanrı/doğa ne derseniz) bize tam 20 yıl verdi. O 20 yıl o kadar çok şeye yeterdi ki. Japonya'da gerçekleşen 7,5-8 büyüklüğündeki depremlerinde ölen o bir kişinin de panikle kendini camdan atması ile sonuçlanmış, son derece başarılı deprem planlamaları, bizde de yapılabilirdi. Tabi ki rant diye bir şey, iktidar diye bir sarhoşluk, bilimden uzaklaşma diye gerici bir moda olmasaydı. Ve elbette kapitalizmin açlığı insanı yiyip bitirmeseydi. Biz gerici bir üçüncü dünya ülkesi olmayı sürdürmek yerine, insan-hayvan-doğa-teknoloji merkezli ilerici bir ilke edinseydik…
Diyorum ki o zaman kendime: bir yıkıcı deprem şehri olan İstanbul gibi bir metropolde oturuyorsam ve böyle çarçur edilen 20 yılın ve deprem vergilerinin ve toplanma alanlarının ve yaşamlarımızın hesabını hiç bir şekilde soramıyorsam, o halde bu depremde başımıza ne gelecekse bu kaçınılmaz kaderimiz olacak ve bütün vebali dönem iktidarında olacak. Bir kaç önlem, (çanta, buluşma planları vs) almaktan başka (şehri terk edemiyorsam, ki edemiyorum) yapabileceğim başka bir şey yok. Ben İstanbullu'yum. Bir İstanbullu'nun kaderi 2000'li yıllarda böyle bir felaketle karşılaşmak belli ki. Ama olmayabilirdi.
Nereye gidiyor bu yazı? Mücadeleyi bırakıp boyun mu eğeceğiz, yok öyle değil, nerden çıktı, olur mu hiç, son nefese kadar...
Evlerimizi sağlam yapsalardı, evet. Korktuğumuzda gideceğimiz toplanma alanları bıraksalardı, evet. Deprem vergilerimiz ahh... evet. Dahası da var kansere çare bulsalardı, evet. Buldularsa açıklasalardı, evet. Dünya bu kadar kirlenmeseydi, evet. Trafik kurallarına uysalardı, yasaklar daha güçlü olsaydı, insana değer verilseydi, işkence diye bir şey olmasaydı, evet. Mayınlar hiç döşenmeseydi, sokağa çıkma yasağı olmasaydı, evet. Erkekler kadınları kendileri kadar değerli görseydi, evet. Çocuklara sadece sevgi verilseydi, evet, evet, evet…
İş cinayetleri, terör, darbe, ayrımcılık, soykırım, katliam, cinsiyetçilik, eril tahakküm, çocuk istismarı, çocuk ihmali, kadın cinayetleri, hırsızlık, açgözlülük, kin, intikam, işkence, haksızlık, hayvan istismarı, cinsel saldırılar, kötülük işte... Psikolojik şiddet, manipülasyon, yalan, kandırma, ihanet, insana, hayvana, doğaya kötü muamele… Kötülük...
İnsani kötülük...
Failler var hep vardı, sanırım hep de olacak, insanoğlunun kötülüğünün soyu tükenmiyor. Mağdurlar var hep vardı, sanırım hep de olacak; insanoğlunun zayıflığının soyu tükenmiyor.
Nasıl başa çıkıyoruz da, enkaz altı rüyalarından yüzeye uyanıp, kalp sıkışmalarıyla sabahı edip sonra sabah mevsime uygun giyinmeye özen gösteriyor, ayakkabımızı seçebiliyoruz ve 3,5 ay sonrasına yapacağımız bir konuşma için söz verebiliyoruz? Nasıl oluyor da tefekküre daldığımız bir an hayatın ne denli yaşanmaz ve kötülük dolu olduğuna kesin karar verip, bir kaç saat sonra içmeye çıkıp kahkahalarla gülüyoruz? Bir kaç gün evvel kahrolduğumuz bir habere, bundan sonra asla kimseye inanmam, güvenmem, hayattan da ülkeden de hiç bir şey beklemem dediğimiz bir ana, ‘sözün bittiği yerdeyim' dediğimiz bir hale rağmen zor olsa da planladığımız konsere gidip keyif alabiliyoruz. Vicdansız mıyız, kör müyüz, sağır mıyız, kötü müyüz?
Değiliz. İnsanız.
Sigmund Freud'un insan psikolojisine en büyük katkılarından biri şüphesiz savunma mekanizmalarımızla bizi tanıştırması oldu. Baş etmekte zorlanacağımız durumlar ve duygularımız karşısında bir desteğe ihtiyaç duyuyoruz. Destek yoksa yaratıyoruz. Kendi kendimize bir duvar icat ediyoruz. O duvarı gerçeklikle aramıza koyuyoruz ve hayatımıza devam ediyoruz. Mesela o olanlar olmamış veya şu anda olmuyor gibi inkar ediyoruz, mesela korku, öfke gibi duygularımızı bastırıyoruz, mesela çok mantıklı açıklamalarla olanları rasyonalize ediyoruz, mesela unutuyoruz, türlü türlü… Bu savunma mekanizmalarını arada bir dengeli kullanırsak ve farkedersek iyi oluyor, ama farkında olmaz ve her zaman kullanırsak iyi olmuyor. Gerçeklikten uzaklaşıyoruz, duygularımızı iyi karşılamıyor oluyoruz. Bu da sonra bize yol-su-elektrik gibi geri dönüyor. Mesela panik ataklarla, kaygılarla, depresyonla, agresyonla... Yani hep inkar iyi bir şey değil, ama tadında inkar iyi bir şey.
Peki ne yapalım, sürekli inkar etmeyeceksek? Yoksa acılardan, korkulardan, sorunlardan hiç kopmayıp sürekli içinde durup üzülelim mi, endişelenelim mi, korkalım mı her şeyi bir kenara bırakıp? Galiba ikisinden de biraz doz. Birlikte yürütülmesi zor, birbirini bombalayan ama birlikte yapılması durumunda çalışabilecek lüzumlu iki öneride bulunuyorum:
Her ikisi de olacak, korku da korkusuzluk da, kaygı da kaygısızlık da, üzüntü de neşe de. fazla da bir anlam yüklemeye çalışmadan, bildiğimiz yerden ilmek ilmek işlemek yaşamı gittiği yere kadar. Gittiği yere kadar zaten...
Geçtiğimiz hafta içinde ekşi sözlükte yazılan bir yazı sosyal medya hesaplarında paylaşıldı, "Acımasız bir gerçek: 150 yıl sonra sizden geriye hiçbir şey kalmayacak"
Aslında acımasız bile değil sadece gerçekti. Yazı bundan 100 yıl sonra bugün hayatta olan kimsenin hayatta olmayacağını, 150 yıl sonra da bugün hayatta olanları tanıyacak kimsenin bile hayatta olamayacağını, eğer kalıcı bir eser bırakmadıysak (ki %99 bırakmayacak) şu hayatta hiç yaşamamış gibi olacağımızı söylüyor. Kulağa inanılmaz gelmiyor, tarih de bunu tasdikliyor. Yazı dert ettiğiniz meselelere bir de bu açıdan bakın diye bir yerden tutunuyor, sağlam da. Ama salıverin gitsin demiyor. Aslında sadece yaşamaya bakın diyor.
Lise yıllarında ezberlediğim, yaşamım boyunca zihnimin derinlerinde sakladığım, ilham aldığım bu şiiriyle biricik Nazım Hikmet'e selam olsun.
Yaşamak şakaya gelmez,büyük bir ciddiyetle yaşayacaksınbir sincap gibi meselâ,yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.Yaşamayı ciddiye alacaksın,yani, o derecede, öylesine ki,meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,yahut kocaman gözlüklerin,beyaz gömleğinle bir laboratuvardainsanlar için ölebileceksin,hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,hem de en güzel, en gerçek şeyinyaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,yaşamak, yani ağır bastığından.
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,yani, beyaz masadan,bir daha kalkmamak ihtimali de var.Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederinibiz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğen son ajans haberlerini
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,diyelim ki, cephedeyiz.Daha orda ilk hücumda, daha o günyüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,fakat yine de çıldırasıya merak edeceğizbelki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki, hapisteyiz,yaşımız da elliye yakın,daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıylayani, duvarın ardındaki dışarıyla.Yani, nasıl ve nerede olursak olalımhiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…