…bu olsa olsa Arendt'in yazdığı gibi "korkunç, fikre ve zikre direnen ‘kötülüğün sıradanlığı".
'99 Marmara depreminden itibaren, ülkemizde yaşanan afet, patlama, terör saldırısı, maden faciası gibi doğal ve insan eliyle gerçekleşmiş toplumsal travmaların psikososyal destek çalışmalarında bulundum, saha çalışmalarında aktif ve geri planda çalışmalarım oldu. Birçok farklı grupla ortaklaşa psikolojik travma çalışmaları içinde oldum. Bunların kimisi sahada (olay yerinde), kimisi İstanbul'daydı. Bu deneyimlerime ve bu alana ilgimden kaynaklı gözlemlerime dayanarak bir kaç söz söyleyebilecek durumda olduğumu düşündüm.
İnsani yardım çalışmalarında yer alan, ön planda olan belirli gruplar var, devlet kurumları, sivil toplum kuruluşları ve sivil bireysel-küçük ölçekli girişimler. Bu çalışmaları düzen ve profesyonellik bağlamında değerlendirirsek, davranış olarak iki uç nokta arasında yer alıyorlar: Oldukça planlı ve organize olanlar ile içten gelen bir duygusal motif ile harekete geçenler. Kimi çalışmalar zaten çok önceden organize edilmiş oluyor, AFAD gibi; düğmeye basınca az kaosla yürütüyorlar çalışmalarını. Diğer uçta "ben de destek vermek istiyorum, sahaya gideyim" diyerek Twitter hesabından yazanları koyabiliriz. Bunların çok önemli bir kısmı iyi niyetli ve vicdanlı insanlar olmalı ve insani duygulardan kaynaklı harekete geçiyor olmalılar her şeyden önce.
Afet ve benzeri toplumsal olaylarda öngörülebilen en belirgin problem, çeşitli düzeylerde "kaos" yaşanması. Devletten, alandaki vatandaşa kadar konuyla ilgili kim varsa ayağa kalkıyor. Ve sanki, aynı anda ayağa kalkmış bir otobüs dolusu insanın, birbiriyle çarpışa çarpışa bir şeyler yapmaya çalışmasına dönüyor ortalık bir anda. Ortaya çıkanlar ise iş anlamında da, çarpışmaların getirdiği çatışmalar anlamında da ağızdan çıkan sözler anlamında da bir büyük hayal kırıklığı, kısa süre içinde ortalık kan gölüne dönüveriyor.
1999-2020 yılları arasında toplumsal travma alanında gösterilen davranışlara dair neler değişti, neler aynı kaldı; yani 21 senede ülkemizde değişenler ve değişmeyenler nelerdir? acaba diye düşünüyorum. Belirli bir kısmını özetleyebilirim sanırım.
* Olayla neredeyse her kesim bir ölçüde ilgileniyor, çoğunluk güçlü duygular hissediyor. Ve tabiri caiz ise herkesin söyleyecek bir sözü var.
* Duyarlı insanlar her zaman var, yaptığı yardımı ve iyiliği duyuranlar kadar ve duyurmayanlar da her zaman var.
* Kısa bir süre içinde olaydan uzaklaşan, ilgisizleşen insanlar da her zaman var. Çoğunluk bunlar olabilir.
* Hiç oralı olmayanlar da var elbette.
* Akut dönemde her alandan gelen yardım etmeye dair hızlı bir reaksiyon oluyor. Yardım malzemeleri ve para toplanıyor, bölgeye gidiliyor ve elden ne gelirse yapmak isteniyor, böyle bir grup insan da her zaman var.
* Kaos her zaman oluyor, devlet kurumlarında da, vatandaş arasında da, ama bir noktaya kadar işin doğasında var diyebiliriz. Herkes acele ediyor, bir an önce yardım etmek istiyor. (Ani ve travmatik etkileri olabilecek olaylarda bir düzeyde kaos anlaşılır. Bir düzeyde.)
* Olaydan etkisine göre kısa sayılabilecek bir süre sonra (buna zaman veremeyeceğim yardımla ilgili konuya göre değişir, ancak iyimser bir tahminle 2 hafta ile 4-6 ay diyelim) bu yoğun ilgide giderek azalmaktansa, keskin bir düşüş yaşanıyor, yardım veren sivil vatandaşlar ve devlet kurumlarının bölgeye ve olaya olan ilgisi dramatik bir şekilde azalıyor.
* Değişmeyen en belirgin başlıklardan biri sivil toplum kuruluşlarının olaya en uzun süreli ilgiyi gösteren taraf olması.
*Her depremden hemen sonra artık depremle ilgili çok önlemler alınacağı söyleniyor. Ancak her seferinde binaların sağlamlığı ancak bir sonraki depremle test ediliyor.
*Halkın büyük bir çoğunluğunda bir duyarlılık ve korku başlıyor, birden bire her ihtimal çok ciddileşiyor ve bu kısa süre içinde bitiyor. Belki de inkar etmek ve zihinden uzakta tutmak en kolayı.
* Her şey kötü gitmiyor, devletin bazı kurum ve kuruluşlarının bazı alanlarda çalışmak istemesi yeni bir şey, özellikle psikososyal çalışmaları planlamak için öncü olması bizim açımızdan sevindirici. Verimli, bilim odaklı ve eşitlik ilkesi çerçevesinde yürümesi için destek vereceğiz bizler de.
* Artık herkesin halka seslendiği en az bir sosyal medya hesabı var, hesabından oraya "geçmiş olsun" diyor, başsağlığı mesajları gönderiyor şehirlere.
* Olay, tabiri caizse Twitter'daki mahalle kavgalarında yenilip bitiriliyor. Twitter adeta bir çöp öğütme makinası gibi, ne verirseniz 2-3 gün gibi kısa bir süre içinde öğütüp bitiriyor. (Çok mu ağır geliyor konu acaba, bitirilmesi böyle hızlı oluyor. Düşünüyorum.)
* En kötüsü de şu. Kin, nefret, linç, esas konudan uzaklaşma, olayı bırakıp yeni gündemler, yararsız ve aşırı inciticilik düzeyinde tehlikeli gündemler yaratılması adeta bir gelenek oldu son yıllarda. Bu son konu giderek çok sarsıcı bir hal alıyor. Anlatması zor, biraz çaba göstermem gerekiyor. Sanki dilin kemiği yok, sanki bu insanların zihinlerinin karanlık tarafları o otobüsteki çarpışmadan sonra parçalanmış ve ortalığa dağılmış gibi, sanki bu insanların aklı başından gitmiş gibi, sanki kötülük yarışmasındayız gibi. Tedirgin oluyorum, ürküyorum, endişeleniyorum, midem bulanıyor, başım dönüyor, korkuyorum, üzülüyorum.
Oysa ki vatandaşını kötü gününde saracak ve toparlayacak bir kucak arıyor insan.
Antropoloji profesörü Barbara J. King'in yazdığı ve Rengin Arslan'ın çevirdiği Hayvanlar Nasıl Yas Tutar isimli kitapta bizi çarpan bazı konular var. Hayvanların yas tutma kapasitesi olduğunu okuyoruz, türlü iç acıtıcı ama merhametli örneklerle. Bu da sevmenin öncülüğünde olabilir, diyor kitabın yazarı. Hayvanlar birlikte yaşadıkları, bağlı oldukları, sevdikleri insanların olduğu kadar birlikte yaşadıkları diğer hayvanların ardından da yas tutma kapasitesine sahip. Yazar önemli bir konuya dikkat çekiyor, tıpkı insanlarda olduğu gibi hayvanlarda da var olan şey yas tutma kapasitesi; ancak bu her bir hayvanın her durumda yas tutacağı anlamına gelmiyor.
Bazı hayvanların yas ritüelleri olduğunu gözlemlemiş yazar, okurken benim dikkatimi çeken bir şey de bu yas tutan hayvanların sessizliği. Bir araya geliyorlar ölenin başında bekliyorlar (atlar, maymunlar, filler...), bazen onun en yakını gelene dek başında bekliyorlar, yakını gelince de bir müddet birlikte ölen hayvanın başında ama sessizce bekliyorlar. Gelen yakını ona dokunabiliyor, ölüp ölmediğini kontrol ediyor, temizliyor. Vedalaşıyor. Belirli bir süre sonra (saatler veya günler sürebilir) sessizce ayrılıp yaşamlarına devam etmeye dönüyorlar. Bağırıp çağırma yok, çarpışmalar yok, kötülük yok, daha olağan ya da metanetli karşılıyorlar ölümü. Ölümü. Ve ellerinden gelen ne ise yapıp yaşama dönüyorlar. Ortada çığırtkanlık yapmıyorlar. Doğa geride kalan için gereğini yapıyor.
İnsan doğa gibi böyle bir korunma istiyor kötü gününde.
İnsanın bu noktada hayvandan farkı kendi eliyle yarattığı ölüm biçimlerinin olması belki de. Örneğin yaptığı binalarla birbirini öldürmesi (bu hayvanlar arasında ancak beceriksizlikle olabilir, çünkü alet kullanma ve ileri düzey işlevsel beceriler konusunda insanlar gibi evrilmediler). İnsanın buna isyan edesi geliyor işte, nasıl olur, nasıl oluuur! Bağırıp çağırmak sanırım burada başlıyor. Haklı bir ses bu, sonrasında lazım olan sessizlikten önce.
Elazığ ve Malatya'da yaşanan depremleri, insanı binayla ve bakımsızlıkla öldürmek üzerinden düşünürsek, deprem özünde önüne geçilemeyecek bir doğal afet olsa da, ölümler için, bunca bilgi ve teknolojiyi hesaba katarsak, insan eliyle olageliyor diyebiliriz. Japonya gibi deprem ülkelerinde depreme karşı insanın aldığı yolu görmek mümkün. Kimse ölmüyor. Çünkü insana bakım verilmiş. İnsanın binalarla öldürülmesinin öldürülmesi durdurulmuş. Bir zamanlar veremin bitirilmesi gibi. Afet orda can almıyor. Demek ki çaresi var.
Kimse yanlış anlamasın ama insan depremde ölmeyecek kadar zihinsel yol aldı kendi evrim sürecinde. Bilim, teknoloji, imkan, para, her şey var. Buna rağmen ölüyorsak, bunun sorumlusu deprem değil, bina da değil insanlardır.
Bilimden uzaklaşmanın hiç bir zaman faydasını görmedi insanoğlu. Bilakis bugün uzun yaşamanın, sağlık teknolojilerinin, yapay zeka ile hayatın kolaylaştırılmasının altında ne varsa, hep bilime yakınlaşmakla mümkün oldu. Bilim yanılsa da kendini düzeltti, bilgi değişti ama bilim hiç bir zaman kendini değersizleştirecek düzeyde yanılmadı. Son dönemlerin modası "aşı yaptırmayın" söylentisi ile hasta olan veya ölen çocuklar da bilimden uzaklaşmış zihinlerin kurbanıdır ve olacaktır. Katilleri bu söylentileri yayanlardır. Aynı şekilde deprem bilimi diye bir gerçek varken, deprem de bir doğal afet olarak dünyayı ve özellikle bizim ülkemizi bunca tehdit ederken, üzerimize gümbür gümbür gelirken, nasıl oluyor da bilimle yatıp bilimle kalkmıyoruz? Deprem ülkesi değil miyiz? Deprem ülkesi olduğumuzun ve depremin yakınlaştığının ispatı '99 Depreminden sonra alınmaya başlanan vergiler değil mi?
Bununla birlikte nasıl oluyor da bilimin ışığından yararlanmak küçümseniyor?
Nasıl oluyor da bilimin ışığında bangır bangır yapılan uyarılar görmezden geliniyor?
Nasıl oluyor da insan gece yatağında rahat uyuyor?
Nasıl oluyor da bütün bu gerçeklerden bahis bile edemiyoruz?
İşte çığırtkanlık burda başlıyor, insanı insan öldürdüğünde, bakımsızlıktan…
Akıl sır ermiyor buna; bu olsa olsa Arendt'in yazdığı gibi "korkunç, fikre ve zikre direnen 'kötülüğün sıradanlığı'.