İçinde bulunduğumuz çağ sanıyorum ki ilişkileri imkansızlaştırmak için elinden geleni ardına koymayan belli belirsiz mesajlarla dolu. İnsanlık tarihi boyunca belki de hiç bir dönemde, insanların birbirine bunca koşul sunduğu, birbirlerini bilerek veya bilmeyerek bunca türlü testlerden geçirdiği, amacı tam olarak belli olmadığı halde "aslında bulamayacağı bir şeyi" aradığı, bunu da ötekinin üzerine tonlarca duygusal yük yükleyerek yapmaya çalıştığı bir ilişki(!) daveti, olmamıştı.
İlişki dediğin, evlilik dediğin, sevgili dediğin, kız/erkek arkadaş dediğin, eş dediğin, karı dediğin, koca dediğin'lerin, tırnak içinde bu modern ve global dünyada bu kadar abartmasını önceden hiç beklemezdi sanırım önceki nesiller, aklıma ilk gelen de özellikle de 68 kuşağı (Kendi geliştirdikleri özgürlük akımından bakınca).
(Bu -meli, -malı'lar içinde en az şaşırtanı ise, ne yazık ki hala kadınların ilişkilerdeki rolüne dair cinsiyet ayrımcılığının şiddetliyle sürmesi ve "muhafazakarlaşan" dünyada giderek artması -ve bunun karşısında da "kadın hareketinin" güçlenmesi-. Ancak bu konuyu bu yazıda bir tarafa koyup ilişkilerdeki tariflere dönüyorum.)
İmkan bulan kişilerin bir duygusal-romantik ilişki içinde olması için, yazık ki arka planda çok sayıda fon sesi var. Yazık, çünkü bu ses çok kafa karıştırıcı, huysuz, imkansızı istiyor, huzursuz ediyor. Bu seslerin sahipleri anne, baba, babaanne, abi-abla, komşular, mahalledeki teyzeler, televizyondaki abiler, özendiğimiz hocamız, eski kocamız, topyekün camiamız...
Bu sesler kendini açıktan belli etmeyen sesler, sinsiler duyulmuyorlar, hatta fısıltı halindeler. Sorsan öyle bir ses bile yok. Bazen bir slogan bazen bir emir gibi, bazen bir şarkı bazen bir melodi. Tatlı tatlı söylüyor, yumuşakça duygularımızı sömürüyor, bazen de korkutarak kulağımızın içinde bas bas bağırıyor.
Ne fısıldıyor kulaklarımıza? Sevgili namzetlerine bakıyor ve başlıyor eleştirmeye, davranışlarını beğenmiyor, giydiklerini, arkadaşlarını, kilosunu, yemek yemesini, ses tonunu, ağzının şeklini, kullandığı telefon markasını, fazla düşkünlüğünü, az düşkünlüğünü, mesleğini, okulunu, arabasını, inancını, tuttuğu siyasi partiyi...
Diyebileceksiniz ki, e bütün bunların kafamızdaki gibi olmasını istiyoruz ki "güzel bir ilişki" olsun. İşte bu bir aldatmaca. Bu bir öğrenme. Bu "fondaki ses."
Elbette işe yarar tarafları da var fondaki seslerin, aynı hataya yeniden düşmeyi, aynı hainliğe tekrar uğramayı, kadim bir bilgi olarak bazı meselelere dikkat etmemizi (seri katillerden sevgili olmaz gibi), kendimizi korumayı, kıymet bilmeyi, iyi bir adayı uzaklaştırmamayı da mümkün kılıyorlar. Ama bahsettiğim ses aşırı korumacı, gerçeklikten uzak ve totaliter bir basınç. Ve üstelik çoğu zaman bizim kişisel tarihimizdekilerden esinlenmiş bile değil. (Erkekler aldatır, kadınlar edepli olmalıdır, ahlak şudur, ahlaksızlık budur, onunla sevgili olunmaz, bununla evlenilir, yaşı böyle, boyu şöyle, mesleği o biçim olmalıdır...)
Bu konuya defalarca değinmiş ve buralara yüzlerce örnek vermiş oldum bugüne kadar. Ancak defalarca daha değinmek istiyorum. Çünkü bir paradoks da var hikâyede. Fondaki ses oldurmak niyetiyle oldurmamayla sonuçlanan ilişkilenmelere sebep oluyor sadece. Oysa ki insanlar da ilişki istemiyor değil. Ne olursa olsun o "masala" hepimiz yeniden yeniden düşmek istiyoruz. Birinin bakışlarında kaybolmayı, sevilip koklanmayı, karşılıksız bakımı, ilgiyi, sevgiyi, onayı, takdiri hepimiz istiyoruz. Yuva hissini tekrar tekrar yakalamayı, kollanmayı, kucaklanmayı, birinin biriciği, vazgeçilmezi olmayı. Bunlar gerçek ihtiyaçlarımız. Ve istemeye hakkımız da var. Ancak "fondaki sesi" çifte mesaj veriyor; bizim bu masala yeniden ve yeniden düşme isteğimizi hem kışkırtıyor hem de imkansızlaştırıyor. Ve bu basıncı kendine göre ideal bir nesne yaratarak onun varlığına insanları inandırarak yapıyor. "Öyle biri var, sen bulamıyorsun, yeterince ararsan, yeterince İYİ olursan bulacaksın!" Yani hem suçluyor hem de "olamayınca" yenilgi duygusuyla boğuyor insanları.
Bu "hem yap hem de yapma" mesajı (çünkü tarif ettiği ideal kişi de yok, ideal ilişki de yok), günümüz insanında çatışma ve kaygı yaratan ilk konulardan biri. Çünkü gece inince herkes bir kucakta uyumak ister.
İnsanların yaşamları belirli ana konular etrafında dönüyor. Diyelim ki içgüdüler, dürtüler ve korkular. Daha açarsam, ekonomik meseleler (yemek/iş), gönül meseleleri (aşk/yakınlık/seks), sosyal ve aile meseleleri (arkadaşlık/dostluk/ aile bireyleriyle ilişkiler), dünya görüşleri (inanç/politika) gibi belirgin ana konuları var. Bunlardan birinde yolunda gitmeyen bir aksama, bir çatışma, veya bir sorun olduğunda stres yükü veya kaygı oldukça yükseliyor ve huzursuzluk, memnuniyetsizlik, tahammülsüzlük, gerginlik artıyor. Duygusal-romantik ilişkilerimizde de (sevgililik, evlilik,... müesseseleri) bir düzeyde regülasyona, stabiliteye ihtiyaç duyuyoruz, ki diğer alanlara yönelebilelim. Bu bakımdan işlevsel, ferahlatan, sorumluluk aldığımız, duygusal alış verişte bulunduğumuz ilişkilere bir ölçüde ihtiyaç duyuyoruz. Hatta ilişkiler kimi zaman bizi iyileştirir. (Bu başka bir yazının konusu olsun)
Oysa ki, insanlar kendi hallerine bırakılsalar, bu doğal ihtiyaç karşısında (çeşitli risk alanlarına da girerek), milyonlarca kural, yasak, günah, önyargı, töre, dogmadan (olabildiğince) özgür hissedebilseler, zaten başlarının çaresine bakacak, sevecek, sevilebilecek, sevişecek, romantizm yaşayacak, aşık olabilecek, birisiyle birlikte yaşamayı istiyorsa kendince bir yolunu bulabilecektir.
Yalnızlık, insanın kendisiyle ilişkisi iyi ise, pek güzeldir. Kendi alanınızda, kendi planınızdasınızdır. İster yatar, ister kalkar, ister okur, ister unutursunuz. Fondaki sesi susturabildiğiniz ölçüde memnuniyet verici olabilir. Yaşamla aranıza giren, özgünlüğünüzü solduran bir çok kural dışarda kalmıştır. Kendi (isterseniz) kurallarınız, beklentileriniz ve hayal dünyanızla baş başasınız. Yalnızlıkta tamamen kendimiz diye bir şey var mı? bunu tartışabiliriz, ama fondaki tüm seslerin, öğrenilmişlerin, deneyimlerin, yaşantıların bir eşsiz seçkisi olarak oradasınız.
Yalnızlık kimileri için korkutucu, kimileri için katlanılmaz da olabilir. Hiç yalnız kal(a)mayan, geceleri yalnız yatamayan, yalnızlıktan korkan, yalnızlıktan öfkelenen, yalnızlıktan üzülen insan sayısı sanıyorum yalnızlıkla arası iyi olan insan sayısından daha fazladır. Burada (yalnızlığın özgür kollarında) rahat edememenin taa bebeklikten itibaren gelen öğrenmelerle bağlantısı var. Yalnızlık bir bebek için korkutucu, uzun, can sıkıcı ve üzücü olmuşsa; veyahut yalnızlık hiç deneyimleyemediği, özendirilmediği, hatta korkutulduğu bir şey olmuşsa, ilerleyen yıllarda bu deneyimi değiştirecek olumlu deneyimler de edinmediyse, bunun sonucu olarak birey yaşamı boyunca ötekinin olmadığı tüm durumlarda, benzer şekilde duygulanabilir.
Yalnız kalabilmek, yalnız uyuyabilmek, ya da başka bir deyişle kendine yemek yapmak, kendine haz aldırmak, kendinle ilgili sorumluluklarını gerçekleştirmek, çamaşırlarını ütülemek, çay yapmak, çorba pişirmek, diyelim ki "kendine bakmak ve bakım vermek" ve bunu fiziken yalnız ve kimsenin düşünsel veya varoluşsal temasına maruz kalmadan yapmak. Bütün bunlar çocukları büyüten, yetişkin yapan, hatta biraz da şefkat eklersek "olgun bir yetişkin" yapan davranışlar.
Küçük çocukları yalnızlığa değil kendisiyle tatlı ve yük olmayan bir ilişkiye hazırlıyoruz aslında. Kendi yatağını topla, kendi yatağında tek başına uyu, sofrayı hazırla, ödevlerini kendin yap, masada kullandığın tabaklarını makineye koy/yıka, giysilerini kendin giy, kirlilerini sepete koy... Derken aslında büyü, birey ol, yalnız da kalabil, birileriyle birlikte olman sadece yalnız kalmaktan korkmak sebebiyle olmasın, demek istiyoruz.
Bir çocuğun kendi başına uykuya dalıp, gece uyansa bile güvenle yatağında yeniden uykuya devam edebilip, sabah kendi yatağında kendi kendine uyanabilmesi, yaşam boyu lazım olacak olan 'kendine güven'in önemli sebepleri olacaktır. Bu konu, temel güven-güvensizlik başlığında psikolog Eric Erikson'un psiko-sosyal evrelerle tanımladığı insan gelişimindeki ilk evresi (temel güven-güvensizlik) üzerinden de sürdürülebilir, ama bu yazıda burada bırakacağım ve geriye dönüp yazıya dökülenleri toparlayacağım. (İsteyenler için, Eric Erikson, İnsanın 8 Evresi)
İnsanın yalnız kalabilme kapasitesi, kendine güven(özgüven), kendine merhamet ve şefkat gösterme, kendine haz alanları yaratma gibi kendimizle ilişkimizi besleyecek bir beceri olarak mühimdir. Yalnız kalabilen ve kendisiyle uyumlu bir ilişki kurabilen, kendini hiç değilse bir seviyede olduğu gibi kabul edebilen kişiler, diğerleriyle ilişkiye girmekten de memnun olabilir. Arkadaşlığa, dostluğa, ve sevgililik müessesesine, alacağı ve vereceği haz ve duygusal yoldaşlık üzerinden yatırım yapar. Mecbur kaldığı için değil, yalnız kalamadığı için değil, ya da öyle olması gerektiğini söyleyen fondaki sesler sebebiyle değil.
Kendini seven başkalarını da sever, kendiyle eğlenebilen diğerleriyle de eğlenir, kendine bakım veren, merhamet eden, şefkat gösteren diğerlerine karşı da böyle hisseder.
Yalnızlık güzeldir, ama birlikte olmak daha güzeldir. Psikolojik sağlık için, yalnız kalabilme kapasiteniz kadar, iyi ilişkiler sürdürme kapasiteniz de gelişkin olmalıdır.
İnsanlarla temasta, hafif ama sadık ilişkiler kurmak, günlük konuşmalar yapmak, çeşitli mesafelerden duygusal, sosyal yakınlıklar yaşamak, hem psikolojik hem fiziksel sağlığımıza iyi gelir. Bunu fondaki sesten ve neredeyse tüm dayatılmış öğretilerden uzakta bir yerden feyz alarak, mesela kendinizle ilişkinizdeki sizden feyz alarak yapabilmek dileğiyle.