Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Burhan Kuzu'nun AB'nin Türkiye İlerleme Raporu'nu çöpe tayin ettiğini duyunca, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün TBMM'yi açış konuşmasını düşündüm. Zira Gül; özellikle ifade ve basın özgürlüklerine, AB hedeflerine sadakate, BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasının Türkiye'yi 1990'lara döndüreceğine, milletvekillerinin tutuklu yargılanmasına ve siyasetteki üsluba yaptığı vurgularla, içeriden bir “İlerleme Raporu” koydu parlamentonun önüne. Çoğunluğun demlenmiş iktidarındaki manzaranın, Çankaya'dan da pek çoğulcu görünmediğine dair bir rapordan söz ediyorum.
İlerleme Raporu, çok sayıda gazete ve televizyonda, Kuzu'nun çıkışı kadar itibar görmedi. Bazı bölümleri yok bile sayıldı. Sosyal haklardaki gerileme, grev hakkı üzerindeki aşırı kısıtlamalar, toplu gösterilere şiddetle müdahale, sendikacıların “teröristlik”le suçlanıp tutuklanması hemen hiç yer bulamadı medyada.
Raporda geçiştirilen ciddi bir tespit daha var ki, ifade özgürlüğü meselesinde hükümet ve askerin yanı sıra önemli bir adrese işaret ediyor. Okuyalım:
“... Üst düzey hükümet ve kamu görevlileri ile ordu defalarca basına yüklenerek dava açmaktadır. Hükümeti açıkça eleştiren makaleler (kaleme) almalarını müteakip gazetecilerin işten çıkarıldığı birkaç olay yaşanmıştır.
Bütün bunlar, çıkarları düşünce ve bilginin serbestçe yayılmasının ötesine geçen işlerle uğraşan sanayi gruplarının medyada yoğunlaşmasıyla bir araya geldiğinde, Türkiye'deki ifade özgürlüğü üzerinde olumsuz etki yaratmakta ve uygulamada ifade özgürlüğünü sınırlandırmakta olup, bu durum oto-sansürü Türk medyasında yaygın bir olgu haline getirmektedir.” (Sayfa 26)
Geçen yılın İlerleme Raporu'nda, bilgi ve düşüncelerin serbestçe paylaşımı ile oto-sansüre işaret edilirken medya sahibi grupların medya dışı işlerinin ifade özgürlüğünü kısıtlayan etkenler arasında sayılmadığını not edelim.
Velhasıl AB son raporunda, medya patronlarının medya dışındaki işlerinin Türkiye'deki ifade özgürlüğünü kısıtladığının altını çiziyor, bu bağlamda medyayı da bir “demokrasi sorunu” olarak karşımıza koyuyor.
Çöpe atmayın bu tespiti, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na 28 Şubat süreci konusunda bilgi veren medya patronları neler söylemişti, hatırlayın:
Dinç Bilgin: (Medya Holding) Çok büyük gazetecilik faaliyetlerim vardı... Banka işi helale haram kattı. Ama gazetecilikte haram yoktu... Etik olarak çok büyük yanlışlar vardı. Basının bu tür işlere girmemesi lazımdı, basının işi sırf gazetecilik olması lazımdı. Saba'ın işi yalnız gazetecilik ve televizyonculukken çok başarılıydım, sonra başka şeylere burnumu sokunca bir anda sıfıra indim.
Aydın Doğan: (Doğan Holding) Başka işlerim de var, ama ana işim yayıncılık arkadaşlar. (...) Bütün işim yayıncılık ve yayıncılık da hakkıyla yapılırsa doğru bir iştir. Para da kazandırır. Ama yayıncılığı yaparken 'devletten, bankadan bir şey götüreyim' derseniz uzun ömürlü olmaz...”
Mehmet Emin Karamehmet: (Çukurova Holding) Özer Çiller (Tansu Çiller'in eşi) aradı, Erol Aksoy'un medyaya gireceğini söyledi, ortak olmamızı istedi. Biz o şekilde girdik. Sonra üzerimize kaldı, çıkmak istedik, olmadı. Daha sonra da televizyon almak mecburiyeti ortaya çıktı.
Turgay Ciner: (Ciner Holding) Bir medya sahibi olarak değil, bir işadamı olarak konuşacağım. Medyaya zorlanarak, para kaptırarak girmek mecburiyetinde kaldım... Medya terörünün ne olduğunu ben işadamı olarak iyi çektim.
Peki medyada dünden bugüne çok şey değişti mi?
AB raporu, medya patronlarının açıklamaları ve Ceren Sözeri ile Zeynep Güney'in “Türkiye'de medyanın ekonomi politiği” adıyla TESEV için hazırladıkları çalışmadaki “Hangi medya grubu hangi şirketlere sahip” başlıklı tabloyu yan yana okuduğunuzda, hayır!
Hükümetin tahammülsüzlüğü malum. Ancak her dönemde olduğu gibi bugün de korkuyu kendi parasıyla satın alan ve görkemli binaları içinde kekeleyen bir medya karşısındayız. Meclis'te konuşan patronlar da, AB raporu da bize bunu söylüyor.
Medya patronlarını dinleyen Meclis komisyonunda çarşamba günü 28 Şubat sürecinde Vakıfbank Genel Müdürü olan Hasan Kılavuz da konuştu. Bugün Sabah-atv grubunun satın alınmasını finanse eden iki kamu bankasından biri olan Vakıfbank'ın o zamanki Genel Müdürü, “siyasi baskıyla kredilerin belli kişilere verilmesi konusunda anormal baskı gördüklerini” anlattı.
Zaman, sanki birbirinin kopyası, sanki sayılardan ibaret boş takvim yaprakları gibi de geçiyor bu ülkede...
Perşembe günleri Taraf'ta yazacağım. Gazeteciliğe onur kazandıranların hatırasına bir sap kırmızı karanfil ile bitsin ilk yazı.
(Taraf-18 Ekim 2012)