Bülent Orakoğlu, 28 Şubat 1997’de toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nun yaklaşık dokuz saatlik bir görüşmenin ardından malum bildiri ve kararları açıklandığında Niğde Emniyet Müdürü’dür.
MGK toplantısından birkaç gün sonra Orakoğlu’nun telefonu çalar. İçişleri Bakanı Meral Akşener kendisiyle görüşmek istemektedir. Daha sonra, MGK toplantısında girdiği stresten önündeki pastaları bitirdiğini açıklayacak olan İçişleri Bakanı, 28 Şubat kararlarının dumanı tüterken kendisine önemli bir görev önermektedir; Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı…
Kendi anlatımına göre, “Mehmet Ağar istemez beni” der. Akşener, dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in de kendisini bu görev için istediğini söyler, görevi kabul etmesini sağlar.
Orakoğlu, 28 Şubat kararlarından tam 10 gün sonra, 10 Mart’ta Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı olarak göreve başlar.
O sıralarda Niğde Emniyet Müdürlüğü’nde istihbaratçı olarak çalışan Kadir Sarmusak Ankara’da, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda onbaşı olarak askerliğini yapmaktadır. Emniyet’te istihbaratçı olduğu için görev yeri komutanlığın karargâhındaki istihbarat birimidir.
Sarmusak bir hafta sonu tatilinde, eski müdürünü, Bülent Orakoğlu’nu ziyaret eder. Orakoğlu bu görüşme sırasında Sarmusak’a, askerin darbe hazırlığı yapıp yapmadığı konusunda radarlarını çalıştırmasını, bu konuda eline geçecek belgeleri derhal kendisine aktarmasını ister.
“Peki” der Sarmusak. Ve karargâha döndüğünde Deniz Kuvvetleri’nin bir “Batı Çalışma Grubu” yazışmasına ulaşır. Yazının kopyasını alır ve karargâh dışına çıktığında Orakoğlu’na gönderir.
2 Temmuz 1997’de “Türk Watergate’i” başlığıyla Hürriyet’in manşetinde patlayacak haberin hikâyesini Sedat Ergin “O Manşetler – Yazanların Kaleminden Manşetlerin Öyküsü” kitabında ayrıntılı olarak anlatır.
Gerçekten, bir cunta belgesinin bir vesayet reijimindeki yolculuğunun hikâyesidir bu.
Onbaşı Sarmusak’ın karargâh dışına çıkardığı “Batı Çalışma Grubu Bilgi İhtiyaçları” başlıklı belge 5 Mayıs 1997 tarihini taşımaktadır. 28 Şubat kararlarının üzerinden yaklaşık iki ay geçmiştir. Genelkurmay Başkanlığı’nda ise 29 Nisan’da başlayan brifing dizisi sürmektedir.
“Deniz Kuvvetleri Komutanı namına / emriyle” yazılan belgede; Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetleriyle ilgili olarak bilgi talep edilmektedir. Belgedeki ilk istek; Türkiye’nin bütün il ve ilçelerindeki bütün dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları; bütün yükseköğretim kurumları; bütün öğrenci yurtları; bütün il genel meclisi ve belediye meclisi üyeleri; bütün siyasi partilerin il ve ilçe yönetim kadroları ile bütün yerel TV, radyo, gazete, dergi ve diğer basın-yayın kuruluşlarının listeleridir.
İkinci istek; siyasi literatürümüze “fişleme” olarak geçen karanlık mesainin en açık sözlü ifadesidir. Zira belgede valiler, kaymakamlar, büyükşehir belediye başkanları ve belediye başkanları dahil olmak üzere ülkedeki bütün üst düzey yöneticiler ile mülkî makamlarda bulunan “müdür ve daire başkanı” gibi bütün görevlilerin “siyasi görüşleri” ve “yönleri”nin bildirilmesi emredilmektedir.
Belgede, Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetleri için istenen bu bilgilerin 12 Mayıs’a kadar “gizliliğe azami özen gösterilerek” hazırlanması ve “Gizli /Kişiye özel” gizlilik derecesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na gönderilmesi istenmektedir.
Orakoğlu, Kadir Sarmusak’ın kendisine ulaştırdığı belgeyi dönemin Emniyet Genel Müdürü Kemal Çelik’e, Emniyet Genel Müdürü İçişleri Bakanı Meral Akşener’e, İçişleri Bakanı Akşener Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’e, Başbakan Yardımcısı Çiller de Başbakan Necmettin Erbakan’a iletir.
Belgeyi inceleyen Erbakan soluğu Köşk’te alır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile buluşur ve “ordunun darbe hazırlığı yaptığını” belirtip, kanıt olarak elindeki belgeyi verir.
Evet, ne demiştik; “bir cunta belgesinin vesayet yolculuğu…”
Deniz Kuvvetleri Karargâhı’ndan çıktıktan sonra yukarıdaki silsileyi izleyerek Köşk’e kadar çıkan belgenin yolculuğu, bakın nasıl sürecektir.
Demirel belgeyi, dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya verir. Karadayı, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’yı çağırarak, karargâhındaki gizli belgenin Başbakan’a ve Cumhurbaşkanı’na ulaştığını bildirir. Ve Erkaya ile paylaşılan belge, nihayet bu büyük turun ardından Deniz Kuvvetleri karargâhına döner!
Peki neden vesayet yolculuğu?
Evet, süreç vesayet rotasında seyretmektedir. Zira belge çıktığı yere döndükten sonra bakın neler olur...
Deniz Kuvvetleri karargâhında derhal soruşturma başlatılır. Olağan şüpheli, emniyet kökenli Onbaşı Kadir Sarmusak’tır. Haberlerdeki iddiaya göre Sarmusak, sorguda, belgeyi karargâh dışına çıkartarak Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi’ne ulaştırdığını kabul eder.
Böylece Sarmusak artık “köstebek”tir, Deniz Kuvvetleri’nden belge / bilgi sızdırdığı için hakkında yasal süreç başlar.
Bu arada Milli Güvenlik Kurulu mayıs (1997) ayı sonunda toplanır. Olay önce Genelkurmay Başkanı Karadayı, ardından da Deniz Kuvvetleri Komutanı Erkaya tarafından toplantı gündemine getirilir. Asker MGK’da, “İçişleri Bakanlığı’nı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içine casus sokmak”la suçlamaktadır. Demirel, “Olay doğruysa çok vahim” der.
Hürriyet’in haberine göre, Karadayı İçişleri Bakanı Akşener’e bir de mektup mektup yazar:
“İki devlet kurumunun ortak bir tehdide karşı işbirliği yapmaları gerekirken, bunlardan birinin diğeri aleyhine bu tür faaliyete girişmesi iki kurum arasındaki güven ortamını zedelemiştir. Bu üzücü olay, bundan sonra iki kurum arasındaki işbirliğini menfi yönde etkileyecektir.”
Kimse Türkiye’deki bütün vali, kaymakam ve bürokratlar ile belediye başkanlarının siyasi görüşlerinin; partilerin, yüksek öğrenim kurumlarının, yurtların, dernek, vakıf ve sendikaların listelerinin asker tarafından “gizlice” toplanmasıyla ilgilenmemekte; sadece bu skandal belgenin nasıl sızdırıldığı sorgulanmaktadır.
MGK’da “vahim” bulunan da bu sızdırmadır, Genelkurmay Başkanı’nın güvenini sarsan da!
Belgenin vesayet turu bu atmosferde sürmektedir.
Daha üç ay önce Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’na atanan Bülent Orakoğlu, askerin baskısıyla İçişleri Bakanı tarafından “geçici görevle” apar topar ABD’ye gönderilir. Onbaşı Sarmusak’a da 35 gün hapis cezası verilir.
Ancak Askeri Yargıtay 35 günlük cezayı bozar ve Sarmusak’ın “azmettiren” Orakoğlu’yla birlikte yargılanmasını ister. Orakoğlu 16 Temmuz’da (1997) ABD’den döner dönmez gözaltına alınır, tutuklanır ve Sarmusak’un da hapsedildiği Mamak’taki askeri cezaevine konur!
Yargılama 11 Eylül’de Deniz Kuvvetleri Askeri Mahkemesi’nde başlar. Askeri savcı, “devletin emniyetine veya dahili menfaatlerine taalluk eden evrak ve vesikaları çalmak, çalmaya azmettirnek, bunları tahsis olundukları yerden başka yerlerde kullanmak” suçlamasını yönelttiği Orakoğlu için 72 yıl hapis cezası talep eder. Velhasıl bir cunta belgesinin ortaya çıkarılması, askeri mahkemede böyle bir suçlamaya tahvil olur!
Ancak bu arada Onbaşı Sarmusak, kendisine işkence yapıldığını belirterek bütün ifadelerini geri çektiğini açıklar; Deniz Kuvvetleri İstihbarat Dairesi’nde hukuka aykırı pek çok uygulamaya tanık olduğunu açıklar ve bu konuda bir örnek de verir:
İstihbarat birimi, Deniz Kuvvetleri’ndeki pek çok telefonu dinlemekte, bunlar arasında “köstebek” davasına da bakan mahkeme heyetinden bir hâkimle savcının telefonları da bulunmaktadır!
Mahkeme, bu bilgilerin de ardından, 11 Eylül’de bir sürpriz yapar ve Orakoğlu ile Sarmusak’ın tutuksuz yargılanmalarına karar verir. İzleyen süreçte bir sürpriz daha olur. Mahkeme hem Orakoğlu ve Sarmusak’ın suçlarının sabit olmadığına, hem de davaya bakmaya yetkili bulunmadığına (görevsizlik) karar vererek dosyayı Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne gönderir.
DGM 17 Mart’ta (1998) jet hızıyla dosyayı görüşür ve sanıkların beraatine karar verirken çok önemli bir kayıt düşer. Karara göre, dışarı çıkarılan belgeler hiyerarşik düzen içinde İçişleri Bakanlığı’na ulaştırılmış; sanıklar, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun Ek 7. maddesinde düzenlenen “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, anayasa düzenine ve genel güvenliğine dair önleyici ve koruyucu tedbirler almak (…) üzere ülke seviyesinde istihbarat faaliyetinde bulunmak” görevini yapmıştır!
Bir başka deyişle mahkeme, meselenin bir ''Türk Watergate''i olmadığına, yani yasadışı bir iş yapılmadığına karar vermiştir.
Sarmusak askerliğini bitirdikten sonra Samsun Emniyet Müdürlüğü’nde, bu kez istihbarat değil, asayiş polisi olarak göreve başlar. Orakoğlu da, 1 ay 26 gün haksız yere hapsedildiği gerekçesiyle Deniz Kuvvetleri aleyhine açtığı 5 milyar liralık tazminat davasında haklı bulunur, ancak 350 milyon liralık tazminat yeterli görülür.
Orakoğlu daha sonra emekliye ayrılır ve dava böylece kapanır.
Ta ki bugüne kadar.
O gün “köstebek” davasında vesayet belgelerini ortaya çıkaranları sorgulayanlar bugün “hükümeti yıkmaya teşebbüs” suçlamasıyla sorgulanıyor.
Cumhuriyet’in bekasını demokraside değil kendi iktidarlarının sürmesinde görenlerin hikâyesidir bu…
Cumhuriyet’i öne sürerek vesayet düzenini kollayıp korumaya çalışanların hikâyesidir…