Yüzünde çetin geçmiş bir hayatın bulutları dolaşan bir kadın, sabırsız adımlarla yürüyor. Koca bir hayatı kat ederken yakalayamadığı zamanı ilk kez kovalıyor, ama saniyeler ne kadar uzun! Demir kapılar birbiri ardına açılıp kapanırken sadece kendi siperlerine çekilmiş hayatının artık tek meselesi haline gelmiş hedefine doğru ilerliyor. Birazdan, aylardır haber alamadığı oğlunu görecek.
Son kapı ardından kapandığında, menzile ulaştığını anlıyor. Kabine ite kaka getirilen perişan delikanlı, onun çocuğu. Gözlerindeki korkuyu zaptedemeyen oğlu gibi o da gülümsemeye çalışıyor. Hasret şelale, ama sarılmak yok, konuşmak yok. Sadece gözlerde ayaklanabilen bir annelikle, belli ki çok eziyet edilmiş yavrusunun yaralarına bakışlarını sürüyor...
“Görüş” bir dakika kadar sürüyor. Aylarca peşine düştüğü oğlundan tek kelime bile etmeden ayrılıyor.
Çünkü bildiği tek dil orada yasak, birkaç kelime Kürtçe konuşmanın cezası işkence, aşağılama, hakaret...
Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi'ndeyiz. Kısa adıyla, bugünlerde “okul” yapılması gündeme getirilen, ancak “insan hakları müzesi”ne çevrilmesi istenen Diyarbakır Cezaevi.
12 Eylül 1980 darbesinin en kanlı sayfalarından biri burada yazıldı. Genel olarak Kürt tutukluların toplandığı bu cehennemden çıkmayı başarabilen insanların hayatı, Diyarbakır Cezaevi hatıralarını ağırlamakla geçti, geçiyor.Bu utanca ihtiyacımız var!
Hepimizin “insan” olmayı bize unutturmayacak kederlere ihtiyacı var. Diyarbakır Cezaevi; görülmemiş bir vahşeti; insan onurunu, adaleti, vicdan sahibi olmayı sonsuza kadar unutturmayacak bir “armağan” olarak kendisini Türkiye'nin önüne koyuyor! Ona sahip çıkmaya, o vahşeti unutmamaya ihtiyacımız var.
12 Eylül 1980 darbesinden itibaren, ANAP iktidarının ilk yıllarını da kapsayan 1980'lerin ortalarına kadar Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları, yaşayanların ağzından bir daha dinlemek bu yolda bir ilk adım olabilir.
Serbesti dergisinin Eylül-Ekim 2003 sayısından (sayfa 146-157 arası) alıntıladığımız aşağıdaki ifadeler Diyarbakır Cezaevi'nde 8 yıl geçiren Selahattin Bulut'a ait. Bu uzun yazıyı daha da uzatmamak için, diğer Diyarbakır tutuklularının anlatımlarından alıntıları ikinci bir yazıda özetleyeceğiz.
'Tepemize kadar bok çukurunun içine sokuyorlardı'
- Havalandırmanın ortasında bir kanalizasyon çukuru vardı, kapaklıydı. “Kapağı alın” deniliyordu, kapağı alıyorduk. Diyarbakır'ın mıydı, cezaevinin miydi, bilmiyorum artık; bütün boklar oradaydı. “Tek tek hepiniz o bok çukurunun içine girip, tepenize kadar içinde battıktan sonra çıkacaksınız” diyorlardı ve tek tek hepimizi o bok çukuruna batırıyorlardı; sonra, “Kontrol edeceğim, kimin yüzünde, saçında bok az bulunuyorsa o benden çok çeker” diyordu. Neticede “70 boklu insan” olarak havalandırmanın ortasında toplanıyorduk ve o durumda tek tek içeriye alınıyorduk; gardiyan kapıda bekliyordu; kimin yüzünde, saçında, üstünde bok az olsaydı, dövüyordu, falakaya yatırıyordu, olmadık işkenceler yapıyordu. Bazen de tek değil de, “Koğuşa girin ve sayım düzeninde esas duruşta bekleyin” diyordu ve gelip koğuşun ortasında kimin üstünde bok var, kimde yok diye kontrol ediyordu. Bu durumlarda gardiyan gelmeden önce, saçı yüzü iyi bok tutmamış birisi bulunsaydı hemen yanındaki arkadaşın saçından bir miktar alıp kendi saçına yüzüne sürüyordu. Çok berbat bir şeydi! Bazen birbirimizin saçından bok kaçırıyorduk!..'Yıkanmak yasaktı, boklar üzerimizde kururdu'
- Yıkanmak yasaktı. Diyarbakır Cezaevi'nde sular akmıyordu, vanalar kapalıydı, o boklar üstümüzde kururdu; üstümüz başımız bok içinde yataklara girerdik; yatak, nevresim, çarşaf, elbiselerimiz, bütün her şey bok kokardı. Çok terlerdik, o ter kokusu bok kokusuna karışıyordu... Koğuşlar 20 kişilikti, duruma göre bazen 40, bazen 50, bazen 70 kişi kalıyorduk; yataklarda bazen ikişer, bazen dörder kişi kalıyorduk; kendi kokundan acizken battaniyenin altında arkadaşlarının da kokusunu çekiyordun.'Göz çukurlarımıza kadar bit doluyordu'- Çok kısa bir sürede Diyarbakır Cezaevi'nin tümünü bit sarmaya başladı. Artık vücudumuzda, yataklarımızda bitler kaynamaya başladı, göz çukurlarımıza bile doluyorlardı. İlk başta biraz öldürürdük, elbiselerimizi ters çevirmeye başladık, ancak bir süre sonra o kadar çoğaldılar ki, artık elbiselerin dış yüzünde iç yüzünden daha çok bit bulunuyordu.
'Karavanaya kanımızı akıtıp yemeği öğle yediriyorlardı'
- Kahvaltı (ya çorba, ya çay) koğuşun kapısına geldikten sonra kapı açılıp kahvaltıyı içeriye getirmeden önce gardiyan karavananın başında bizi çok döverdi; “Ben size verdiğim yemeğin hakkını istiyorum” derdi; ta ki bir tarafımızdan, ağzımızdan, gözümüzden, burnumuzdan karavananın içine kan akana dek bizi döverdi. Karavananın içine kan aktıktan sonra “Şimdi hakkını verdin” diyordu. O kanlı karavanayı içeri götürüyorduk. Sabah, akşam veya öğlen karavana muhakkak içeri kanlı girerdi. O işkence döneminde her gün üç öğün kanlı karavana yedik. O gün nöbetçi olan ve karavana getiren her kimler ise muhakkak onların kanı o karavanaya dökülürdü.
'Karavanadan dökülenleri bizi süründürerek temizletiyorlardı'- Öğle yemeği için beş-altı kişinin koğuştan dışarı fırlaması gerekiyordu gardiyanın sesiyle birlikte. Bunlardan üç kişi karavanayı alırdı, gardiyan diğer üç kişiyi de karavanayı alanlara bindiriyordu. Elinde karavana bulunanlar yine uygun adımla ve marş söyleyerek yürüyorlardı, üsttekiler de ellerini sallıyorlardı. Karavana yağının dökülmemesi gerekiyordu, çorbaysa çalkalanmaması lazımdı; yukarıdaki elini sallayarak marş söylüyor, alttaki de karavanayı tutmuş ve dizlerini göğsüne vurarak yürüyor ve karavanadan hiçbir damlanın düşmemesi gerekiyordu... Yemek döküldüğü durumda karavanacılar geri mutfağa kadar götürülerek oradan paspas gibi, o koridora dökülen bütün yağları sürünerek elbiselerimizle siliyorduk. Sırt üstü, göğüs üstü sürünerek bu iş yapılırdı. Paspastan sonra yine karavananın başında dayak faslı başlardı, ta ki karavana kana bulanıncaya kadar. Öğle yemeği de bu şekilde biterdi.
'Köpeğe 'Emret komutanım' diye tekmil verirdik'- Akşam yemeğinden hemen sonra beş-altı tane subay gelirdi, yine o meşhur Co'nun (köpek) eşliğinde; iki, dört, altı şeklinde sayım yapardık... Co'yu görür görmez hemen tekmil verirdik; “Emret komutanım.” Bazen gece 12'ye kadar böyle esas duruşta sayım düzeninde beklediğimiz olurdu; hiç kimsenin konuşmaması ve haraket etmemesi, esas duruşunu bozmaması gerekiyordu... Baş parmağın hafif oynaması yine büyük işkencelere sebep oluyordu.
'Uykuda kıpırdamanın cezası bir ton dayaktı'- Yatağa girdikten sonra battaniyeyi kafamıza çekiyorduk ve hiçbir şekilde yataktaki arkadaşımızla konuşmamamız gerekiyordu, battaniyenin kıpırdamaması gerekiyordu. Dizimizi uyurken çekmek, kolumuzu kıpırdatmak, sağa sola dönmek yasaktı; sırt üstü esas duruşta yatıyorduk, sabaha kadar o şekilde kalmamız gerekiyordu. Gardiyan gözetleme deliklerinden gözetliyordu, birisi uykuda kıpırdasaydı ya da dizini çekseydi sabahleyin koğuş açıldığında onu alıp bir ton dayak atıyorlardı. Battaniyenin altında en az ikişer kişi kalıyorduk. Battaniyenin kıpırdaması “battaniyenin altında gizli örgüt kuruyorsunuz” suçlamasına neden oluyordu.
'Bir dakikalık görüşe işkenceyle götürülüp getiriliyorduk'
- Görüş günleri (…) ziyaretçilere de büyük eziyetler çektiriyorlardı. Bazen gardiyan sabah gelip”İsmini okuduklarım koğuşun ortasında hazırolda beklesin, görüşmecileri var” derdi ve o gün akşam saat dörde kadar o koğuşun ortasında hazırolda beklettirilirdik, sonra görüş kabinine götürülüyorduk. Götürülürken yine ikişer sıra halinde uygun adımla ve bütün sesimizle marş söyleyerek gidiyorduk, yolda yüzlerce askerle karşılaşıyorduk. O askerlerin her biri muhakkak bir cop, bir tokat, bir tekme indirirdi. Kimisi “dur” diyordu, kimisi “yürü” diyordu, kimisi yanlış komut veriyordu, velhasıl görüş kabinine gidinceye kadar attığımız her adım, yaptığımız her hareket dayak yememize vesile oluyordu. Co üstümüze atlar elbiselerimizi parçalardı. O yüzden görüş günü tutuklular için çok zor bir gündü; binlerce badire, engel atlamak gibi bir şeydi. Bir taraftan ziyaretçin gelmiş; annendir, babandır, kardeşindir, eşindir, bir şekliyle yakınındır, zor da olsa onların yüzünü görmek istiyorsun. Diğer taraftan onların yüzünü görünceye kadar uzun bir işkence yolundan geçiyorsun... Görüş bazen yarım dakika, bazen bir dakika, bazen bir buçuk dakika sürüyordu. Kürtçe konuşmak yasaktı... İkinci bir düdükle görüş kabininden ayrılıyorduk ve yine büyük dayaklarla, büyük işkencelerle koğuşa kadarki o işkenceli yolu kat ediyorduk. O nedenle görüş günü kendi başına bir cehennem azabıydı.
'Ablam benim katilim olacak'- Bizim koğuşta Hakkârili bir adam vardı (…) marş söylemesini bilmiyor, uygun adımla yürümesini bilmiyordu. Görüşe çıktığı zaman cezaevindeki bütün gardiyanlar onu dövüyordu... O yüzden görüşe çıkmak istemiyordu. Adam ablasına yalvarıyordu; “Abla sen günahsın her hafta gelme, çocukların var” şeklinde ablasını caydırmak istiyordu. Ablası; “Ablan kurban olsun sana, sen içerdesin ve ben her hafta senin görüşüne gelmeyeceğim, bu olacak iş mi” diyordu. Kendisi de her görüş gönünde “Biz bir ton işkence görüyoruz, o nedenle gelmeni istemiyorum” diyemiyor, hiçbirimiz diyemiyorduk. Ancak ablanın da yüreği yanıyor... Yine bir gün görüşme dönüşünde bu adamı feci şekilde dövdüler, baygın vaziyette koğuşun içine attılar; hiçbir tarafı tutmuyordu; yanına yanaştım, elini biraz ovaladım, masaj yaptım, yakınlık gösterdim. Biraz kendine geldi, başını kaldırdı, bana baktı, “Selahaddin, bu ablama o kadar diyorum gelme, gelme, o yine geliyor; vallahi bu ablam benim katilim olacak” dedi.
'Deterjan, diş macunu, çöp yediriyorlardı'
- Bizim koğuşun gadiyanı Gestapo'ydu... Bizi döverken büyük bir zevk alıyordu; iri yarı uzun boyluydu, parmakları çok kalındı. Çeşitli tekvando haraketleri yaparak, havaya sıçrayarak göğüslerimize tekmeler indiriyordu ve bundan çok hoşlanıyordu. Bize yumruk indirdiğinde, yumruğun etkisiyle duvara, yere veya kapıya çarptığımızda müthiş zevk alıyordu; hele bir yumrukla sersemletip yere serdiğinde inanılmaz bir haz duyuyordu. Bizi havalandırmada dövdüğü zaman çok terlerdi, bir kişinin 70 kişiyi dövmesi uzun süre alıyordu ve büyük bir kol gücü gerektiriyordu. O nedenle bu gardiyanlar çok iyi besleniyorlardı; tutuklulara çıkan yemeğin bütün etlerini onlar yiyorlardı (...) sadece yemeğin suyu bize gelirdi.
- Mintaks, (bulaşık deterjanı) diş macunu, deterjan, çöp gibi şeyleri bize yediriyorlardı.
'Copu yağlatıp defalarca soktular'
- Bir gün bir arkadaşımızı dışarı çıkarıp cop soktular; bunu gardiyanlar çok açık yaptılar. Çocuğa önce “Copu zeytinyağına batır” dediler. “Yağı elinle copun her tarafına sür.” Sonra merdivenin dibinde çocuğa “domal” dediler. Üç-dört gardiyan çocuğa defalarca cop sokup çıkardılar. Bu arkadaşımız bir ay boyunca koğuşta başını kaldıramıyordu; etrafa bakamıyordu; çok kötü bir şey yapmış gibiydi; alnından hep ter akıyordu; birkaç arkadaşa daha aynısını yaptılar, ben hep ter olayını gördüm, alınlarından hep ter akıyordu.
'Cop sokup 'Ne mutlu Türküm diyene' diye inleterek yürüttüler'
- Sonra bir gün koridordan çok acı bir ses geldi; inleyerek, ama çok acı bir iniltiyle “Neee mutluuu Türküm diyeneee” diyordu, sesi uygun adıma yakın bir tempoyla geliyordu. Birkaç gün sonra anladık ki, komşu bir koğuştan bir adama cop sokup yürütmüşler, cop adamın içindeyken yürütüyorlar. Ama çok acı bir sesti, hiçbir işkence seansında duymadığım bir iniltide sesti...
'Kardeşlik safsatasına inanmıyorlar'- 20 bin insan Diyarbakır'ın o işkencehanesinden geçti, belki 100 kişi öldürüldü; acaba geriye kalan 19 bin 900 insan ne durumdadır?... Ben bu insanların çok rahat ve sağlıklı yaşadıklarına inanmıyorum. (...) Bir defa bu kardeşlik safsatasına inanmıyorlar. Bu da bir tahribattır. Başka bir halkla kardeş gibi yaşayabilme ihtimali sıfırdır. Bu devletle, bu devleti temsil eden bir millet veya halkla içiçe yaşamaya hiç inanmıyorlar.(Devam edecek)