Başbakan Tayyip Erdoğan, 61. Hükümet'in kuruluşunun ardından ilk “dış” ziyaretini KKTC'ye yaptı. Bu ziyaret vesilesiyle yaptığı açıklamalar üzerine yapılan yorumlarda en geniş paydayı “Erdoğan'ın giderek Rauf Denktaş'a benzediği” iddiası oluşturdu. Denktaş'ın “adada çözümsüzlüğü ifade ettiği” görüşünden hareket eden bu yorumlarda Erdoğan eleştiriliyor. “Erdoğan'ın Denktaş'a benzediği” iddiası, Denktaş cephesinde de dile getiriliyor. Örneğin, Rauf Denktaş'ın oğlu Serdar Denktaş Cumhuriyet Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer'e “Erdoğan'ın babası gibi konuştuğunu” söyledi. Rauf Denktaş ile kader birliği yapmış ve KKTC Cumhurbaşkanlığı sırasında yıllarca danışmanlığını üstlenmiş Prof. Mümtaz Soysal da, “doğru yola geldiğini” düşündüğünden Kıbrıs konusunda Erdoğan'ı kutladı. “Erdoğan'ın Denktaş ile aynı dili kullandığı, onun gibi konuştuğu” yolunda bellek zaafı içeren bu iddia, bir “galatı meşhur” olma yolunda ilerliyor. Neden bellek zaafı? Sorunun, iki karşıt cephe için birbirini tamamlayan iki cevabı bulunuyor. Denktaş'ın adada çözümsüzlüğü temsil ettiğini düşünenler, Erdoğan-Gül ikilisi ve AKP'nin Annan Planı sürecinde oynadığı yapıcı rolü ve Kıbrıs'ta tarihi politika değişikliğini desteklediler. Erdoğan'ın Başbakan olur olmaz “Kıbrıs'ta çözüm” iradesi sergilediğini teslim ettiler. Yani, Erdoğan'ın bugün kullandığı dil, “çözümsüzlükten” değil, tam aksine samimi bir “çözüm iradesi”nden hareket eden bir dildi. Denktaş cephesinde Erdoğan'a Denktaş benzetmesi yapanların “neden bellek zaafı” sergiledikleri sorusu da bu noktada cevabını buluyor. Desteklersiniz ya da kıyasıya eleştirirsiniz fark etmez, Denktaş adada daima iki ayrı devleti savundu. Yani “çözüm” olarak arzu edilen “birleşik Kıbrıs”a karşı çıkarak daima “çözümsüzlük”ten hareket eden bir dil kullanmakla suçlandı. Bugün Erdoğan ile Denktaş benzer şeyler söyleseler de, iki dil çok farklı yollardan geçerek inşa edildi. İşte bu süreç, iki liderin “sonuç olarak” dile getirdikleri benzer açıklamalara birbirinden çok farklı bir içerik ve etki kazandırıyor. Rum tarafı ve AB'nin elinden alınan koz Erdoğan; Kıbrıs'ta çözümsüzlüğü, topyekûn, sadece Türk tarafının arkasına saklamaya yarayan “çözümsüzlük dili”ni özelde Rum tarafı, genelde batı dünyası ve Avrupa Birliği'nin elinden aldı. Eğer adada bir gün Denktaş cephesinin hep hayal ettiği gibi “dünyanın kabul ettiği” şekilde “iki ayrı egemen devlet anlaşması” olacaksa, bu ancak çözümsüzlüğün sadece Türk tarafından kaynaklandığı tezinin çürütülmesi sayesinde olabilir. Belki tuhaf gelecek ama, Türk tarafı Denktaş'lı yıllar boyunca değil, ancak 2002 sonu ve 2003 başından itibaren gelişen süreçte ilk kez “uzlaşılmış ayrılık” için daha haklı bir pozisyon elde etmiş bulunuyor. 2012 yılının başının hedef alındığı yeni BM sürecinde sonuç böyle mi olacak, bilemeyiz. Ancak Erdoğan'ın, Denktaş'a benzetildiği Kıbrıs seyahatinde adada BM ilkeleri çerçevesinde iki kesimli bir federasyon önerisini tekrar dile getirdiğini, Rum tarafını tekrar samimi müzakerelere çağırdığını, Türkiye'nin birkaç hafta önce “ön koşulsuz toprak görüşmeleri yapmaya hazır olduğunu” açıkladığını hatırlatalım. Yani, AKP hükümetinin tamamen Denktaş lisanına çekilmediğini de görmemiz gerekiyor. Hükümet bir yandan; çifte standartlı davranarak KKTC ve Türkiye'de hayal kırıklığı yaratan AB ile Türkleri “eşitleri” olarak görmekte sorunları bulunan Rum tarafının içtenliksiz tavrının katkısıyla inşa ettiği bugünkü dili muhataplarından esirgemezken, diğer yandan müzakere kapısını açık tutuyor. BM'nin ilk resmi planı masada Erdoğan'ın bugün sergilediği üslubu daha iyi anlamak için Annan Planı sürecini hatırlamalıyız. Dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın planı, AKP'nin ilk kez iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinin kesin sonuçları daha ilan edilmemişken, 9 Kasım 2002'de taraflara sunuldu. Yaklaşık 40 yıldır BM Güvenlik Konseyi gündeminde bulunan Kıbrıs sorunu konusunda BM ilk kez masaya resmen bir plan koymuştu. Sıkıştırılmış bir takvim içeren Annan Planı, başlangıçta metnin 3,5 ay içinde planın müzakere ve kabul edilmesini, Kıbrıs'ın birleşik olarak AB'ye üye olarak alınmasından önce iki tarafta da referandumdan geçirilmesini öngörüyordu. Büyük bir tartışma yaratan ve Türk tarafı aleyhine adil olmayan bazı bölümler içeren plan, AB'nin 10 Aralık 2002'de toplanan Kopenhag zirvesinde Türk tarafınca reddedildi. Aynı zirvede Kıbrıs'ın 1 Mayıs 2004'ten itibaren AB'ye üye olması kararlaştırıldı. BM Güvenlik Konseyi ve AB'nin taraflara yeniden çağrıda bulunması üzerine, Kıbrıs'ın AB'ye katılım anlaşması imzalamasından önce, 2004 Mart sonuna kadar planın müzakere ve kabul edilmesi süreci için görüşmeler tekrar başladı. Görüşmelerin bir kez daha çıkmaza sürüklenmesinin ardından Erdoğan 24 Ocak 2004'te Davos'ta buluştuğu Kofi Annan'a Türkiye'nin “planda anlaşma sağlanamayan boşlukları BM Genel Sekreteri'in doldurmasını kabul ettiğini” iletti ve “Türk tarafının çözüm sürecinde daima Rum tarafından bir adım önde olacağı” taahhüdünde bulundu. New York, Kıbrıs ve İsviçre'deki tatil merkezi Bürgenstock'ta devam eden çetin pazarlıkların ardından “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”nin taraf olacağı uluslararası anlaşmalar belirlenmiş, ortak bayrak ve marş kabul edilmişti. Annan Planı haritasına göre Türk tarafı, halen yüzde 37'sine hakim olduğu adadaki toprakların yüzde 29,2'sine çekilecekti. Türkiye ve Yunanistan'ın adada bulundurduğu asker sayısı da kademeli olarak azaltılacak, 2018'den sonra sembolik düzeye indirilecekti. Plana göre “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti federal bir hükümet ile iki eşit kurucu devletten oluşan, ortaklığa dayalı, tek uluslararası kimliğe, tek vatandaşlığa ve tek egemenliğe sahip bağımsız bir devlet” olacaktı. Devletin başkan ve başkan yardımcıları ayrı kurucu parçalardan olacak ve 20'şer aylık rotasyonla görev yapacaklardı. İki meclisli parlamentoda üyelikler senatoda eşit, temsilciler meclisinde nispi temsil esasına göre teşekkül edecekti. Plan uyarınca Rumlar kuzeydeki toprak ve diğer taşınmazlarının üçte birini geri alabilecek, kalan bölüm için tazminat ödenecekti. Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor. O da, Kıbrıs'ta çözümü zorlaştırmakla suçlanan Dışişleri Bakanlığı ve KKTC liderliğinin tavrı, Annan Planı'nda Türk tarafı lehine önemli kazanımlar getirdi. Referanduma sunulacak plan, en az beş kez köklü değişikliklere uğramıştı. Çözümü ilk kez Rumlar reddetmiş oldu Sonuçta plan kabul edildi, ancak bütün süreç boyunca plana karşı çıkan KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş Türkiye'de ve KKTC'de, Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı Papadopulos da güneyde “Hayır” kampanyası başlattı. Güneyde yükselen “Ohi” (hayır) seslerine komünist AKEL partisinin de yüzde 65 ile katılması ilginçti. KKTC'deki meşhur “Yes be annem” kampanyası, işte bu sırada, Aralık 2003'te iktidara gelen Başbakan Mehmet Ali Talat ve partisi tarafından başlatıldı ve başarılı oldu. Kıbrıs'ta 24 Nisan 2004 Cumartesi günü yapılan tarihi referandumda kuzeyde Türkler yüzde 64.9 “Evet” demiş, ancak güneydeki Rumlar'ın sandığından yüzde 64.9 oranında “Hayır” çıkmıştı! Simitis: Sorumluluk Türk tarafına yıkılmalı Sonuçta 20 Temmuz 1974'te bölünen Kıbrıs bir kez daha birleşememişti, ama bundan dolayı dünyada ilk kez Türk tarafı suçlanamayacaktı. Çözümsüzlüğün, hep Türk tarafının arkasında saklanması stratejisine ilişkin önemli bir itirafı, Annan Planı pazarlıklarına katılan emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı “Dışişleri İskelesi” adıyla yeni yayımlanan anılarında (Doğan Kitap / Temmuz 2011) dönemin Yunanistan Başbakanı Simitis'in anılarından naklediyor. Annan Planı pazarlıkları konusunda ilginç ayrıntılar içeren Bölükbaşı'nın kitabında, Simitis'in hatıralarına yer verilen 441. sayfadan aynen aktarıyorum: “... Lahey'deki müzakerelerin son gecesi uzun ve heyecan doluydu. Kıbrıs Rum tarafının görüşmelerin sonuçsuz kalmasından kısmen de olsa sorumlu tutulmasından kaçınmak gerekiyordu. Sorumluluğun tamamen Türk tarafına yıkılması Kıbrıs'ın AB'ye katılımından sonra çözüm için uygun şartları yaratacaktı. Bütün gece süren müzakerelerin sonunda BM'nin görüşmelerin sonuç vermemesinin sorumluluğunu Denktaş'a yüklediği haberini büyük bir iç ferahlığıyla aldım...” Rum tarafının planı reddetmesinin ardından AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen “Kandırıldık” diyecek, AB “adada plana destek veren Türk tarafının tecrit edilmişliğine ve ekonomik izolasyonlara son verilmesi” kararları açıklayacaktı. Ancak, süreç içinde bazı adımlar atılmakla birlikte verilen sözler önemli ölçüde yerine getirilmedi. AB, daha müzakereler başlamadan, 10 Aralık 2002'de Kopenhag'da Rum tarafına AB'ye üyelik garantisi vermekle stratejik bir hata yapmıştı. Annan Planı'nı, yani birleşik Kıbrıs'ı reddeden güneyin ödülü 1 Mayıs 2004'te AB'ye tam üyeliğe kabul edilmek olmuştu! AKP hükümetleri için “AB heyecanını yitirdiği ve demokratik ölçütlerde AB standartlarından uzak durduğu” eleştirileri dile getirilebilir. Bu eleştiriler, özellikle ifade özgürlüğü, uzun tutukluluk süreleri ile yüzde 10 gibi hiçbir demokratik ülkede görülmeyen seçim barajı konularında yerden göğe kadar haklıdır. Ancak Kıbrıs meselesinde Erdoğan, çözümsüzlüğü Türk tarafının tavrının arkasına saklama, Simitis'in ifadesiyle Türk tarafına “yükleme” kozunu, sorunun muhataplarının elinden aldı. İşte bu nedenle Erdoğan'ın bugünkü dili Denktaş tarafından değil, tam aksine Rum tarafı ve AB'nin hatalı tutumlarıyla inşa edilmiş bir dildir. Kıbrıslı Rum kardeşlerimizin adadaki Türk kardeşlerini “eşitleri” olarak görmemek, Avrupa Birliği'nin de tutarlı davranmamak, verdiği sözlere sadakat duymamak gibi bir zaafı bulunuyor...