Celalettin Cerrah ve Hrant Dink cinayetinde ihmalden kasıta uzanan boyutta suçlanan polisler hakkında soruşturma yolu nihayet açıldı.
Bu ülkeyi idare edenlerin yedi yıl boyunca engelledikleri, adalet arayışının sürgün edildiği Strasbourg'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) verdiği mahkûmiyet kararlarından sonra açılabilen bir soruşturma bu.
Hikâye malum. 19 Ocak 2007'de katledilen Hrant Dink'in ailesi, cinayette ihmalleri olduğunu düşündükleri eski İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, eski İstanbul Vali Yardımcısı Ergun Güngör, eski İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler ve o sırada İstanbul emniyetinde görevli polis memurları Bülent Köksal, İbrahim Pala, İbrahim Şevki Eldiven, Volkan Altunbulak, Bahadır Tekin ve Özcan Özkan hakkında 2011 yılında suç duyurusunda bulundu. Suç duyurusu üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Valiliği'ne başvurarak "soruşturma izni" istedi. Evet, memlekette vaziyet hâlâ bu. Devletin vatandaşına doğrudan açılabilen soruşturma ve davalar devletin memuru söz konusu olduğunda izne tabi!
Her şeyi bir kenara bırakın, sadece cinayetten yaklaşık bir yıl önce Trabzon'dan İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne gönderilen "Yasin Hayal'in Hrant Dink'i hedef alan bir saldırı hazırlığında olduğu" yolundaki istihbaratın iç edilmesi bile bu soruşturmaların açılmasını gerektiriyordu. Bu istihbarata rağmen İstanbul emniyeti göz göre göre Hrant Dink'in öldürülmesini seyretti.
İstanbul emniyeti, aslında cinayetteki sorumluluğunu kabul etti! Evet, kabul etti. Zira cinayetten sonra, sorumluluğunu gizlemek için, Trabzon'dan gelen uyarı üzerine Yasin Hayal'in İstanbul'daki abisinin yanında olup olmadığının kontrol edildiği yolunda tutanak düzenledi. Ancak bu tutanağın "sahte" olduğu, Hayal'i kontrol ettiği öne sürülen polis memurlarının aynı gün başka bir yerde görevli oldukları ortaya çıktı. Tek başına bu sahte tutanak bile, İstanbul emniyetinin cinayetten yaklaşık bir yıl önce yapması gereken önleyici çalışmayı yapmadığını, eğer kasıt yoksa bu ihmalin Dink'in hayatına mal olduğunu dolaylı olarak kabul ettiğini gösteriyordu.
İstanbul Valiliği, bu tabloya rağmen Emniyet Müdürü, İstihbarat Müdürü ve diğer polisler hakkında soruşturma izni vermedi, vermeyebildi. Söz konusu olan "devletin seyrettiği cinayette öldürülen bir Ermeni" ise, polisin kusuru teferruat olmalıydı! Elbette, hükümetin bilgisi dahilinde bir karardı bu, zira soruşturulmasına izin verilmeyen bazı isimler daha sonra hükümet tarafından ödüllendirildi. Bu ödül meselesine döneceğiz.
Valilik soruşturma izni vermeyince İstanbul Başsavcılığı "kovuşturmaya yer olmadığı"na karar verdi ve polisler hakkındaki dosyayı kapattı. Dink ailesinin, valilik kararına idari yargıda yaptığı itiraz da reddedildi.
İzleyen süreçte, AİHM'de "kamu görevlileri hakkında etkin soruşturma yapılmadığı" gerekçesiyle de Türkiye'yi mahkûm ettiren Dink ailesi, Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi'ne başvurarak, "kovuşturmaya yer olmadığı" kararının kaldırılmasını istedi.
Mahkeme, Dink ailesini haklı bulan AİHM kararına da işaret ederek, bu talebi kabul etti. Zira, "geçmişte verilmiş kovuşturmaya yer olmadığına dair kararların etkin soruşturma yapılmadan verildiğine ilişkin AİHM kararı olması durumunda yeniden soruşturma açılması" gerekiyordu.
Ancak daha önce soruşturma izni isteyen başsavcılık bu kez Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi'nin "kovuşturmaya yer olmadığı" kararını kaldıran, yani emniyetin cinayetteki ihmali/suçuna ilişkin dosyayı yeniden açan kararına itiraz etti. Adalet Bakanlığı, başsavcılığın mahkeme kararının "kanun yararına bozulması" talebini reddetti. Bakanlığın kararı 13 Ekim'de Dink ailesi avukatlarına tebliğ edildi ve cinayette kasıt ve/veya kusuru, ihmali olduğu öne sürülen Cerrah'ın da aralarında bulunduğu dokuz kişi hakkında soruşturma yolu açıldı.
Yedi yıl sürdü bu iş, yedi yıl. Bu ülkede gecikse de makbuldür, bakalım tarihimize kara bir sayfa daha ekleyen bu yedi yılın ardından adalet yerini bulacak mı? Sorumluluğu görülen kamu görevlileri hakkındaki soruşturma "dava" ve "mahkûmiyet"le sonuçlanacak mı?
Peki bu yazı neden, "Erdoğan, neden 'Hrant Dink cinayeti paralel yapının işi' diyemez?" başlığını taşıyor?
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Başbakan” olararak temmuz ayında gittiği Diyarbakır’dan dönerken gazetecilere söylediği o sözleri hatırlıyor musunuz? Fethullah Gülen cemaati konusunda hükümeti uyardıklarını açıklayan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, “paralel yapının, Hrant Dink cinayeti çözülürse deşifre edilebileceği” yolundaki görüşleri anımsatılınca Erdoğan’ın ne dediğini birlikte hatırlayalım:
“Dink davasına indirgemek olayı küçültmek olur. Dink davası bence kişiselleştirilmiş davadır. Dink'in yazılarını, onun düşünce dünyasını kabullenmemek gibi bir nedenle yapılmıştır. Paralel yapı meselesinde ise devleti ele geçirme, ulusal güvenliği tehdit gibi büyük bir amaç var. Dink'in bu amacı gerçekleştirmelerini kolaylaştıracak devlette bir konumu yoktu ki. Bu teoriler paralel yapıyla mücadelenin hedefini saptırmasın. Mesela bu yapının parasal boyutu var.”
Daha sonra Erdoğan’ın “kişiselleştirilmiş” ifadesini kullanmadığını yazanlar da oldu. Ama mesele bu değil.
Erdoğan, Dink cinayetini “paralel yapı” diye adlandırdığı Gülen cemaati ile ilişkilendirebilir miydi, soru da bu, sorun da.
Cinayetteki sorumlulukları tartışılan kamu görevlileri hakkında, bırakın soruşturma izni vermeyi, tartışılan isimleri valilikten müsteşarlık ve bakanlığa uzanan makamlarla ödüllendiren Erdoğan, bu icraattan sonra dönüp gerçekten “paralel yapı” diyebilir miydi? Diyemezdi elbette, nitekim demedi. Sözünden çıkmayan malum gazetelerin "aferin" almak için Dink cinayetini de "paralel yapı"ya mal eden başlıklarını da tekzip ederek demedi.
Evet, AKP Hükümeti ve Erdoğan, Hanefi Avcı olayından kitapları nedeniyle tutuklanan Ahmet Şık ve Nedim Şener’in hapsedilmesine ve Ergenekon sürecine kadar bu manevrayı yaptı. Yaptı ama, Erdoğan’ın, bugün “paralel” dediği o yargıya, üstelik Ahmet Şık’ın tahliye talebi değerlendirilirken “Bombadan tesirli kitaplar olabilir” diyerek attığı pas unutulmadı. Bugün bırakılan Ergenekon/Balyoz davası sanıkları için vaktiyle verilen tahliye kararları üzerine "Maalesef çetenin nöbetçi hâkimi, savcısı oluyor" diyen Erdoğan'ın bakanları da unutulmadı.
14 yaşında ağır yaralanıp 15 yaşında hayatını kaybeden Berkin “terörist” oluyorsa, aynı tarifede, bugün "ajan, darbeci, ihanet örgütü" diye suçladığı "paralel yapı" için "Ne istedilerse verdik" diyen eski başbakan ve cumhurbaşkanları için ne yazıyor acaba? Kendi ifadesiyle bu "ihanet örgütü"ne neler verdi Erdoğan? Yine kendi ifadesiyle "Ne ekmek alması ya! Berkin terör örgütleri içinde bir çocuk"sa, Tayyip Erdoğan "ne istediyse verdiği" bu "ihanet örgütü" içinde ne?
Evet, Tayyip Erdoğan Dink cinayeti için "paralel yapı"yı işaret edemezdi. Etseydi eğer, Dink cinayetinin ardından yaptığı ödüllendirme ve atamaların altındaki imzası çıkardı karşısına. Misal şu liste çıkardı:
Muammer Güler: AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink 19 Ocak 2007’de öldürüldüğünde İstanbul Valisi’ydi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, hakkındaki ön soruşturma dosyasında "yetkisizlik" kararı verdi. Muammer Güler, İstanbul Valisi olarak haklarında soruşturma talep edilen İstanbul Emniyet Müdürü ve İstihbarat Şube Müdürü ve diğer polisler hakkında soruşturma izni vermedi. Dink’in katledilmesinin ardından kamuda en yüksek dereceli memurluk olan “müsteşarlığa” terfi ettirilerek Türkiye’nin ilk Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı oldu. Ardından Erdoğan tarafından aday gösterildi ve AKP Mardin Milletvekili olarak parlamentoya girdi. Daha sonra Erdoğan Hükümeti'nde İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturdu. Daha sonrası malum; "Kaç para var oğlum evde", "Zarrab'ın önüne yatarım" konuşmaları, "para sayma" makineleri, bakanlıktan mecburen istifa etmeler falan...
Celalettin Cerrah: Dink öldürüldüğünde İstanbul Emniyet Müdürü’ydü. Cinayetten yaklaşık bir yıl önce Trabzon’dan İstanbul’a gönderilen istihbaratta, McDonald’s bombacısı Yasin Hayal’in Dink’e suikasta hazırlandığı, keşif için İstanbul’a gelerek Ümraniye’deki abisinin fırınında kaldığı yazıyordu. Cinayetten sonra bu yazı ortaya çıkınca İstanbul Emniyeti mahkemeye istihbaratın değerlendirildiğini, ancak iki polisin verilen adreste bahsi geçen fırını bulamadığını rapor ettiklerini öne sürdü. Fakat Hayal için görevlendirildiği öne sürülen iki polisin sözü edilen gün sabah 09:00’dan gece 24:00’e kadar Fatih’te başka bir işle görevlendirildikleri ortaya çıktı. Hakkında ne soruşturma, ne dava açılabilen Cerrah cinayetten sonraki süreçte “valiliğe” terfi ettirilerek Osmaniye’ye atandı. Temmuz 2013'e kadar Osmaniye'de valilik yaptıktan sonra merkeze alındı. Hakkında soruşturma yapmanın yolu cinayetten yedi yıl sonra açılabildi.
Ahmet İlhan Güler: Dink öldürüldüğünde İstanbul İstihbarat Şube Müdürü’ydü. Hakkında soruşturma açılması yolundaki başvurular dönemin valisi Güler tarafından iki kez reddedildi. İzleyen süreçte görevden alındı. Ancak Mayıs 2011’de Emniyet Genel Müdürlüğü Terfi Komisyonu’nca, “hakkında herhangi bir idari soruşturma yürütülmediği ve geçmişinde disiplin cezasına çarptırılmadığı” da gerekçe gösterilerek “1. Sınıf emniyet müdürlüğü”ne terfi ettirildi. Hakkında soruşturma yapmanın yolu cinayetten yedi yıl sonra açılabildi.
Şammaz Demirtaş: Trabzon’dan cinayet planına ilişkin istihbarat gönderildiğinde istihbarattan sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı’ydı. Hakkında dava açılmadı. Rize’nin ardından Uşak Emniyet Müdürlüğü’ne atandı. Demirtaş daha sonra Lahey Büyükelçiliği emniyet müşaviriğine tayin edildi.
Nihat Ömeroğlu: Hrant Dink'i ölüme götüren süreç, AGOS’taki yazısında “Türklüğü aşağıladığı” iddia edilerek Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nce mahkûm edilmesiyle başladı. Karar, temyiz incelemesini yapan Yargıtay’da da, Başsavcı’nın aksi yöndeki görüşüne rağmen onandı. Ömeroğlu, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda Dink’in “Türklüğü aşağıladığı” ve cezalandırılması gerektiği yönünde görüş bildiren 18 hâkim arasında yer aldı. Ombudsmanlığa aday olmak üzere TBMM’ye verdiği dilekçede “alkol kullanmadığını” vurguladı. TBMM’de AKP oylarıyla Türkiye’nin ilk ombudsmanı (kamu başdenetçisi) seçildi. Seçildikten sonra “önündeki dosyanın Hrant Dink’e ait olduğunu bilmediğini, dönemin o kararı gerektirdiğini” savundu. Ömeroğlu'nun, yazılarında "Fırat" adını kullandığı için kararı Hrant Dink'i tanımadığını belirterek verdiği iddiası doğru çıkmadı. Zira Dink, davaya konu edilen yazılarını "Fırat" değil "Hrant Dink" imzasıyla yazmıştı. Ömeroğlu'nun iddiasından, ya hakkında hâkim olarak karar verdiği yazıları okumamış ya da Dink hakkında doğruyu söylememiş olduğu çıkıyordu.
Muhittin Mıhçak: Yargıtay’daki oyunu Dink’in “Türklüğü aşağıladığı” yönünde kullandı. TBMM’de Başdenetçi Ömeroğlu’na yardımcı olarak seçilen beş kişiden biri oldu.
Ekrem Ertuğrul: Yargıtay üyesi olarak Dink’in cezalandırılması yönünde oy kullandı. İzleyen süreçte Yargıtay 9. Ceza Dairesi Başkanlığı’na getirildi.
Hasan Erbil: Dink’in mahkûm edilmesi yönünde oy kullanan üyeler arasındaydı. Daha sonra Yargıtay Başsavcılığı’na atandı.
Hasan Gerçeker: Yargıtay’daki oylamada Dink’in “Türklüğü aşağıladığı” iddiasına katıldı. Önce Yargıtay Başkanlığı’na, ardından Tahkim Kurulu Başkanlığı’na getirildi.
Hrant Dink cinayetine ilişkin süreci "Utanç Duyuyorum" başlıklı kitabında belgeler ve bulgular eşliğinde masaya yatıran Dink ailesinin avukatı Fethiye Çetin, "Seyircisiz zulüm olmazmış" diyor.
Her şeyi gördü Dink davası, sıra adalette.
Evet, Hrant Dink ve adalet…
Hasretiyle yandı gönül.