AKP 14 Ağustos 2001'de, Milli Görüş lideri Necmettin Erbakan'ın tek adamlığına bayrak açan "yenilikçiler" tarafından kuruldu. Lider kadro Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener'di. Şener malum, AKP hakkındaki kapatma davası sürerken partiden ayrıldı, kurduğu yeni partiyle siyasetteki etkisini yitirdi.
Erbakan'ın adayı Recai Kutan'a karşı yenilikçilerin adayı olarak Fazilet Partisi Genel Başkanlığı'na aday olan, seçilememesine rağmen 620'ye karşı 570 oy alarak ciddi bir başarı kazanan Gül'ün durumu da malum. Gül, özgül ağırlığını bilen Erdoğan tarafından daha Cumhurbaşkanlığı görevini devrederken toplanan AKP kongresiyle pasifize edildi.
Nihayet AKP, kuruluşunu izleyen yaklaşık 13 yılda partiye tuğrasını vuran isim olan Tayyip Erdoğan'ın kişiliği nedeniyle yenilikçilerin Erbakan'a isyan etme gerekçesini kendi bünyesinde inşa etmiş bulunuyor; tek adamlık!
Erdoğan'ın Erbakan'ın "tek adamlığına" karşı mücadelesi, neler yaptığı, ne gibi tepkiler gördüğüne ilişkin olarak Erdoğan'a en yakın isimlerden eski AKP milletvekili Hüseyin Besli ile Ömer Özbay'ın birlikte kaleme aldıkları "R. Tayyip Erdoğan - Bir Liderin Doğuşu" adlı biyografi önemli ayrıntılar içeriyor.
Bir süredir, AKP'de görmeye alışık olmadığımız gelişmelere tanık oluyoruz. Fikir ayrılıkları ve tartışmaların kamuoyu önünde yapılmaya başlanmasından söz ediyorum.
Bu konuda AKP tarihindeki ilk büyük ilk büyük çıkışı Bülent Arınç Erdoğan'a karşı yapmıştı. Arınç, "Hükümet Sözcüsü" olarak Kasım 2013'te, "kız ve erkek öğrencilerin aynı evlerde kalamayacakları yolunda aldıkları bir karar olmadığını" açıkladıktan sonra Erdoğan "konuşulanları inkâr edecek biri olmadığını, kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalamayacaklarını, önlem alacaklarını, gerekirse yasal düzenleme yapacaklarını" söyledi.
Arınç, Erdoğan tarafından yalanlanınca, Başbakan Yardımcısı olarak kendisine bağlı bulunan TRT'nin ekranına çıkarak "kum torbası olmadığını, aralarında doğan çelişkiyi Erdoğan'ın izah etmesi gerektiğini, kendisinin 24 saat izlediği Başbakan'ın görevinin de Hükümet Sözcüsü'nü izlemek olduğunu" söyledi.
Erdoğan, o güne kadar AKP'de kimsenin kendisine karşı yapamadığı çıkışı yapan Arınç'ın partideki etkisini dikkate alıp genel tavrının dışına çıkarak alttan aldı, krizi soğuttu. Alttan aldı, zira bu krizden önce "konuşan bakanı kapının önüne koyacağını" açıklayan bir Erdoğan vardı.
AKP'nin kurucu kadrosu arasında daha önce gözlenen görüş ayrılıkları da oldu. Gül'ün demokrasinin gelişmişliğini gösterdiğini düşündüğü Gezi Parkı sürecini Erdoğan'ın "darbeci komplo" olarak görmesi... Erdoğan'ın bazı BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karşı çıkan Gül için kameralar önünde "Cumhurbaşkanı'yla polemiğe girmek istemem. Bu düşünceyi paylaşmadığımız ortada" demesi hükümetin sevk ve idaresi altındaki medyada "sorun yok, bunlar fitne" gibi rivayetlerle geçiştirilmeye çalışılsa da temel konularda ortaya çıkan ciddi ihtilaflardı. Süreç, Gül'ün, Erdoğan tarafından şimdilik tasfiye edilmesiyle sonuçlandı.
Sahi, "2015 seçimlerinde, "başbakanlığın" da anayasal koşulu olan milletvekilliği için Abdullah Gül'e adaylık teklifi götürülecek mi" sorusunu not ederek devam edelim.
AKP'de alışık olmadığımız kamuoyu önündeki tartışmalardan biri de, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Bakanlar Kurulu'na ilk kez başkanlık edeceği tarihe ilişkin olarak yaşandı. Havuz medyası oluşturma girişimlerinde aldığı görevden sonra Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı'ndaki bir numarası diyebileceğimiz eski Ulaştırma Haberleşme ve Denizcilik Bakanı Binali Yıldırım, Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olarak Bakanlar Kurulu'nu ilk kez 5 Ocak'ta toplayacağını açıkladı. Bu açıklamaya Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun cevabı "Cumhurbaşkanımızla beni ilgilendiren konular sadece Cumhurbaşkanımızın zatı ve benim tarafımdan açıklanır. Dolayısıyla böyle bir toplantı yok", Bülent Arınç'ın cevabı da "Yıldırım'ın İzmir Milletvekili olmasının dışında başka bir pozisyonu yoktur" oldu.
Bu açık tartışma, Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olmasından sonraki AKP'ye dair not edilmesi gereken bir sertlik taşımasının yanı sıra geçmişe dair kuvvetli çağrışımlar da yapıyordu.
Evet, Erdoğan partisine daha önceki liderlerden daha hakim ve "total"i kontrol etme arzusu konusunda sınır tanımıyor. Ama bir yandan da, yakın tarih bize diyor ki, Cumhurbaşkanlığı ile hükümet arasında küçümsenmemesi gereken mesafeler var.
Hatırlayın, Süleyman Demirel 1993'te 9. Cumhurbaşkanı olduktan sonra partisi DYP'nin başına, en istemediği ismin, Tansu Çiller'in geçmesine mani olamamıştı.
Turgut Özal'ı hatırlayın. 1989'da 8. Cumhurbaşkanı olarak Köşk'e çıkmadan önce, 1983'te kurup iktidara getirdiği ANAP'a genel başkan adayı olarak belirlenen ve adları "Sekiz Türk büyüğü" olarak anılan isimler arasındaki seçiminde büyük bir sürpriz yapmış, kendisine en tabi olacak kişi diye düşündüğü Yıldırım Akbulut'u partinin başına ve başbakanlığa getirmişti. İhtimal, bu tercihe Akbulut'un kendisi de çok şaşırmıştı.
Akbulut, devlet protokolündeki yeri "1 numara" olan TBMM Başkanlığı görevi sırasında bile o sırada Başbakan olan Özal'ın birkaç adım gerisinden yürümesi eleştirilince, "O beni bu makama getiren kişi. Ben asla onun önünde yürümem" diyebilecek kadar Özal'a sadıktı.
Peki sonuç?
O Akbulut da Özal ile anlaşamadı, "siyasal ve hukuki sorumlu" olarak Başbakanlık koltuğunda otururken "sorumsuz Cumhurbaşkanı"nın her şeye karışmasına tahammül edemedi. Milletvekillerini Köşk'te toplayacak kadar bastıran Özal'ın markajına rağmen TBMM Körfez Savaşı'na asker göndermeyi reddetti ve "sadık" Akbulut Başbakanlık koltuğunda iki yıl bile kalamadı.
Özal'ın Akbulut'tan sonraki tercihi Mesut Yılmaz da, kısa süre içinde Özal'ın en büyük sorunu olacaktı. 17 Nisan 1993'teki sürpriz vefatı olmasaydı Özal'ın Cumhurbaşkanlığı'nı bırakarak tekrar ANAP'ın başına geçmeye karar verdiği biliniyor. Özal'ın, Cumhurbaşkanı'yken ANAP İstanbul İl Başkanlığı'na eşi Semra Özal'ı seçtirdiğini de hatırlatalım.
Demirel gibi Özal da "başkanlık" sistemini istiyordu, ama olmadı. Özal ve ANAP tecrübesi, parlamenter bir anayasayla başkan gibi davranmanın, sadece siyasi ve hukuki sonuçları olmadığını, sorunun bir noktada haysiyet meselesi haline geldiğini de koydu önümüze. Evet haysiyet. Hiçbir protokole tabi olmayan, her düzeyde, her insana karşı hürmet gerektiren haysiyet meselesi ihmal edilince "sadakat" yolculuğu uzun sürmüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan-Başbakan Davutoğlu ilişkisi henüz yolun başında, ama yolculuk süratli. Erdoğan'ın dış politikadan ekonomiye kadar her konuda açıklamalar yaptığı, talimatlar verdiği bu yolculukta Davutoğlu'nun şimdiden açığa düştüğü meseleler var. Dört eski bakanın Yüce Divan'da aklanmasının Erdoğan tarafından reddi, şeffaflık paketinin rafa kaldırılması gibi konularda Davutoğlu'nun Başbakan olarak tayin edici bir irade ortaya koyamadığını, arzusu dışında bir sürecin şimdilik "sadık başbakanı" olduğunu biliyoruz.
Peki nereye kadar? Zaman gösterecek. Ancak Hakan Fidan'ın MİT Müsteşarlığı'ndan Erdoğan'a rağmen istifa etmesine mim koyun.
Fidan'ın istifası, AKP iktidarı tarihinde "Ankara'da neler oluyor" sorusunu en çok hak eden gelişmelerden biri. Erdoğan'ın Güney Amerika yolunda Hakan Fidan konusunda yaptığı açıklamalar da, AKP tarihinde alışık olmadığımız türden. Hatırlayalım:
"Kendisine açık ve net olarak ‘Ayrılmanı doğru bulmuyorum. Çünkü burası rastgele bir yer değil’ dedim. Nitekim ben oraya son derece güvenilen, hatta ‘sır küpüm’ olarak görebileceğim birini getirmiştim. Daha öncesinde söz konusu arkadaşı özel temsilci olarak görevlendirdiğim anlar da olmuştu. Dolayısıyla bu makama gelmiş olan bir kardeşimizin milletvekili adayı olmak ya da onun ötesinde bazı görevleri kafasında planlamak gibi bir durumu olabilir. Ya da ona belki bu tür bazı vaatlerde bulunulmuş olabilir, orasını bilemem.”
Erdoğan, "sır küpüm" dediği Fidan'ın MİT'i bırakmasından tedirgin olmuş görünüyor. "Milletvekilliğinin ötesinde planlar yapmış olabileceğine" işaret ediyor ve "Fidan'a bazı vaatlerde bulunulmuş olabilir" diyerek Davutoğlu'na kuvvetli bir gönderme yapıyor. Erdoğan bu kadar güvendiği bir ismin "başkalarının vaatlerinin peşinde gittiğini" söylemeyeceğine göre, bu sözlerin adresi Fidan'ın yanı sıra Davutoğlu. Fidan'a vaatler konusunda "Orasını bilemem" diyen Erdoğan'ın "bilmemekle" yetinen, "bilmemeye razı olan" bir şahsiyet olmadığını biliyoruz.
Erdoğan'ın açıklamasının devamında da Davutoğlu'na kuvvetli bir gönderme var, okuyalım:
“Kendileri (Fidan) artık yorulduklarını söyleyerek, burada daha fazla devam edemeyeceklerini söyleyerek maalesef böyle bir adım atmayı uygun buldular ve bu adımı attılar. Bundan sonraki süreç Sayın Başbakan’a ait olan bir süreçtir. Yerine kim gelecekse Sayın Başbakan teklif yapar. Biz de onar ya da onamayız.
Kimin geleceği çok önemli, çünkü bizim ‘paralel yapı’yla mücadele esnasında neler yaşadığımız, neler çektiğimiz, her şey ortada. Böyle bir ortamda böyle bir tabloyla karşı karşıya kalmayı ben asla doğru bulmam. PKK terör örgütü bile uluslararası camiada bunların Türkiye’ye verdiği zararı vermemiştir. Ben her zaman söylüyorum. Tek kişi dahi kalsam ben bu mücadeleyi sonuna kadar sürdürürüm."
Bir MİT Müsteşarı'nın durumunu, emsali görülmemiş bir şekilde tartışan Erdoğan'ın sözleri önemli sorular doğuruyor...
- Fidan kariyerinin zirvesindeyken neden yoruldu, milletvekilliğini 'dinlenmek' için mi istiyor? Yoksa Fidan'ı MİT Müsteşarı olarak yoran talepler mi oldu? - Erdoğan, Fidan'ın "maalesef" MİT Müsteşarlığı'ndan istifa etmesini değerlendirirken "Böyle bir ortamda böyle bir tabloyla karşı karşıya kalmayı ben asla doğru bulmam" diyerek "ihanete uğradığını" demeyelim, ama yalnız bırakıldığını mı düşünüyor? - Erdoğan "Tek kişi bile kalsam ben bu mücadeleyi sonuna kadar sürdürürüm" diyerek yalnız kalma kaygısını, o yalnızlık haline dair bazı endişelerini belli etmiyor mu?
Erdoğan'ın, Davutoğlu'na "Yeni Başbakanlık MİT Müsteşarı'nı ben seçerim" mesajını da içeren açıklamaları Ankara'da Erdoğan'a rağmen, Erdoğan'ın hoşlanmadığı, Erdoğan'ı tedirgin eden gelişmeler olduğunu gösteriyor.
Erdoğan'ın başkanlık sistemi arzusunu, içinde bulunduğu bu duygu iklimini de dikkate alarak değerlendirmeliyiz. Erdoğan; bırakın devleti ve ülkeyi, "sır küpüm" diyecek kadar yakın olduğu, Başbakanlığa getirecek kadar güvendiği insanlara bile parlamenter esaslara dayalı bir anayasayla hakim olamayacığını görüyor. Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı'nda aradığı güç, parlamenter sistemi devlet başkanının yetkileri lehine epey zorlayan bu anayasada bile yok.
Velhasıl Erdoğan bir "güç" sistemi kurdu ve ancak gücü elinde tutarak inşa ettiği bu düzeni sürdürebileceğini görüyor. Ama başkanlık sistemine geçilemezse hukuki ve cezai mevzular var, haysiyet meseleleri var...
Evet, Ankara'da bir şeyler oluyor.
Geçmişten çok isim andık bu yazıda. Şair Başbakan Bülent Ecevit'i ihmal etmeyelim. Ecevit der ki... Bir şeyler olacak yarın duruşundan belli kırdaki atların bulutların koşuşundan belli kazışından köstebeklerin toprağı...