“Bence muhafazakâr medya dediğiniz medya kendisine ihanet ediyor, kendi ilkelerini çiğniyor. İkincisi, iktidarın çok fazla yanında, yöresinde dolaşıyor; bu çok yanlış bir şey. (…) Çok tehlikeli bir sürece gidildiğini düşünüyorum. Medyanın, özellikle muhafazakâr dediğiniz medyanın iktidarla ilişkisi bence çok iğrenç. Böyle bir şey olmaz, bunu kabul etmiyorum…”
Bu sözler, T24 editörlerinden Hazal Özvarış’ın sorularını yanıtlayan Yeni Şafak gazetesi yazarı Yusuf Kaplan’a ait. Büyük bir açık yüreklilikle kalemini kendi mahallesine de doğrultabilen Kaplan’ın tavrını, sözlerinden daha çok önemsemeliyiz. İslamcı kesimin önde gelen entelektüelleri arasında bulunan Kaplan, sağdan sola herkes için ilham verici olabilecek bir aydın tavrıyla karşımıza çıkıyor. Hiçbir şeyi vicdanın ve hakkaniyetin önüne koymadan, gösterişe çevirmeden ve korkmadan yapıyor bunu.
Medyaya ilişkin eleştirilerini sadece Yeni Şafak gazetesine kondurmak üzere okuyanlar hem Kaplan’ın tavrına haksızlık yaparlar, hem de kendilerini kandırmış olurlar.
Bu ülkede medyanın iktidar sorunu hep oldu. İktidarın adı “asker”, “devlet”, “siyaset”, “hükümet” veya “ticaret” olarak değişti, ancak medyanın bu yapılara bağımlılığı değişmedi.
Medyada uzun süredir bir yaprak dökümü sürüyor. Ali Akel’in, Uludere faciasındaki tavrı nedeniyle hükümeti eleştirmesinin ardından 16 yıl çalıştığı Yeni Şafak’tan uzaklaştırılması, Ayşenur Arslan’ın “Medya Mahallesi” programının erken tatile çıkarılması sadece son örnekler.
Peki neden bu haldeyiz, neden Türkiye’de medya ciddi bir demokrasi sorunu olarak önümüzde duruyor?
"İktidar baskısı" diye kestirip atamayacağımız bir soru bu.
İktidar baskısı hep oldu. Ama o baskıya talip olan bir medyası da hep oldu bu ülkenin. Medya patronlarının medya dışındaki işleri için “satın aldıkları” iktidar korkusu dün vardı, bugün de var.
Ne demek korkuyu satın almak?
Soru, Türkiye’de haber kanalları ile gazetelerin neredeyse tamamının “zarar ettiği” açıklamasında cevabını buluyor. Medya patronları, medyadaki işlerinden zarar ettiklerini duyuruyor.
Haberlere bakılırsa, son medya patronu Erdoğan Demirören de bu kafileye katılanlardan. Doğan grubundan satın altığı Milliyet ve Vatan gazetelerinden sonra yaptığı ilk operasyon Başbakan’ın eski danışmanını medya grubunun başına transfer etmek, çalışanlarına yaptığı ilk açıklama “gazetelerin zarar ettiğini” açıklamak oldu.
Ne bekliyordu acaba? Künyeye Doğan grubu yerine kendi adını yazdırdığı anda Milliyet ve Vatan’ın kâr etmeye başlayacağını mı düşünüyordu?
Elbette hayır. Demirören de, başka sektörlerde de iş yapan diğer medya patronları gibi, o zararı satın aldı.
Enerjiden taahhüt alanına, madencilikten taşımacılığa, bankacılıktan turizme hemen her sektörde kamu otoritesinin müdahalesine açık büyük işler yapan medya patronları, gruplarının bekası için medyadaki “zararları” satın alıyorlar! Ve elbette medya işiyle kazandıkları nüfuz, o zararlardan çok daha fazla kâr yazdırıyor bilançolarına.
Yazarların kovulduğu, programların kapatıldığı, haberlerin saklandığı ya da çarpıtıldığı medya düzeninin arkasında böyle bir mimari var. Köşesini, programını, işini kaybetmeyenlerin yapacağı gazeteciliğin de elbette bir sınırı, hem de çok ciddi bir sınırı oluyor.
Yusuf Kaplan’ın “iğrenç” bulduğu bu yapının yarattığı çok ciddi bir sorun daha var ki, pek üzerinde durulmuyor. İş adamlarının yıllardır medyada tutturduğu bu “zarar” lisanı haberciliğe gerçekten yatırım yapacak ve sadece bu işte odaklanacak girişimcilere karşı yüksek bir bariyer oluşturuyor. Medyada bu düzeni kuranlar, satın aldıkları ve ilan ettikleri “zarar”la bu düzenin bekasını da sağlıyor!
“İş” için yapılan gazetecilik, haberciliği itibarlı ve bağımsızlığı sağlayacak bir getirisi olan bir iş olmaktan uzaklaştırdığı gibi, gerçekten gazetecilik yapmayı da daha riskli hale getiriyor. Zarar satın alanların hakim olduğu bir medyanın sözüm ona haberciliği, gerçek haberciliği tehlikeli bir iş haline getirerek de caydırıcı bir etki yaratıyor.
Nasreddin Hoca’nın davet edildiği ziyafette düştüğü duruma ilişkin o fıkrayı bilir misiniz?
Bir ahbabı hocayı yemeğe davet etmiş. Sofra kurulmuş, ev sahibi koca bir kepçeyle dalmış yemeğe, ama hocaya küçük bir kaşık vermiş. Ev sahibi kepçesini doldurarak her ağzına götürüşünde “Ah öldüm, of öldüm” diyormuş. Bakmış ki kendisi hiçbir şey yiyemeden her şey bitecek, hoca patlamış:
- Ver şu kepçeyi, biraz da ben öleyim!
Yıllardır gazete ve televizyonlarından zarar ettiğini söyleyen işadamları; bırakın biraz da başkaları zarar etsin!