Bugün gazetelerin 12 Eylül yayınlarını okuyor, 28 Şubat sürecinde emre amade olmuş sayfaları tekrar gözden geçiriyoruz. Gazetecilik böyle bir iş; yaptığınız her sayfa, kendi sicil amiriniz gibi mazinize düştüğünüz kayıttır. Zamanı geldiğinde yakanıza yapışacak gerçeğin üzerindeki izler, önce size aittir.
Medya bugün de, önemli kayıtlar düşüyor siciline. Misal Özgür Gündem'in matbaada toplatılıp bir ay süreyle kapatılmasını Taraf, Cumhuriyet, Birgün ve Evrensel dışında “haber” olarak önemseyen tek gazete olmadı bu ülkede.
Zorunlu temel eğitimi dörder yıllık üç bölüme ayıran yasa teklifini protesto etmek isteyenlerin seyahat ve ifade özgürlükleri, toplantı-gösteri ve protesto hakları ayaklar altına alınırken kılını kıpırdatmayan gazeteler vardı dün. Tam dokuz gazetenin birinci sayfasına, bu ülkede binlerce insanı harekete geçiren, meydanları karıştıran olaylar tek satır bile girememişti.
Paris'te daha üç-beş gün önce Türkler'e açılan meydanların Türkiye'de panzerler, coplar, biber gazları ve tazyikli sularla kapatılması Zaman, Yeni Şafak, Star, Bugün, Takvim, Sabah, Türkiye, Yeni Akit ve Milat gazetelerini ilgilendirmemişti. Bu grupta olayları birinci sayfasından gören tek gazete olan Yeni Akit de “Eğitim Sen'den PKK yöntemi” başlığını uygun görmüştü!
Saydığımız gazetelerin tesadüfen ortaya koydukları bir manzaradan söz etmiyoruz. Aynı görüntülere üniversiteli gençler coplanırken de, Tekel işçileri gazlanırken de, çevreciler “terörist” ilan edilirken de tanık olduk.
Gerçekleri porsiyonlara ayırıp, hoşuna gitmeyen dilimleri ayıklama kararlılığı hazırlıyor bu sayfaları. Bize de, giderek daha çok, medyanın “söylemediklerine” kulak vermek düşüyor!
Bir iktidar pratiği olarak gazetecilik bu kadar oluyor. Sadece iktidarın kullandığı bir medyanın değil, o iktidarın sahibi de olan bir yapının karşısındayız. Vaktiyle düşülmüş sicil kayıtlarını okuduğumuz maziden çok aşina olduğumuz bir yapı bu.
Oysa yorumlar toplumun bazı kesimlerinin 4+4+4 düzenlemesine karşı çıkmasında doğal olarak ayrışırken, habercilik; alanlara cop, gaz ve tazyikli sularla sokulmayan insanların darbe yasalarında ikram edilen yetkilerle hırpalanmasında, yani gerçeğin ta kendisinde buluşabilirdi.
Hatırlayın; 12 Eylül 1980 darbesini yapan beş orgeneralin oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi döneminde yapılan yasal düzenlemeler ile uygulanan kararlara karşı yargı yolu Anayasa ile kapalı tutuldu bu ülkede. “Milli Güvenlik Konseyi dönemi” denilen bu dönem,12 Eylül 1980'den darbenin ardından yapılan ilk seçimlerden sonra parlamentonun toplandığı tarih olan 6 Aralık 1983'e kadar geçen süreyi ifade ediyor.
Yaklaşık 39 aylık bu süreçte temel hak ve özgürlüklerden siyasal haklara ve anayasal kurumlara uzanan hayati alanlarda çok önemli yasalar çıkarıldı. Bu düzenlemeler arasında Siyasi Partiler Kanunu, Sendikalar Kanunu, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu ile bugün insanların kafasında cop olarak inen Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu da bulunuyor.
Bu köşede defalarca üzerinde durduk; 12 Eylül darbecilerinin “en sıkı yönetimi”ni içeren bu 39 aylık süreçte 669 yasa ile 139 kanun hükmünde kararname (KHK) hayatımıza girdi. Toplamı 808'i bulan 12 Eylül düzenlemeleri, aradan geçen yaklaşık 30 yılda Türkiye'yi cendereye sokan temel metinler oldular.
12 Eylül darbecileri önce bu yasaların çoğunu çıkardılar, ardından bu düzenlemelere uygun bir anayasa hazırlatarak yürürlüğe soktular. 1982 Anayasası, geçici 15. maddesi ile Milli Güvenlik Konseyi döneminde çıkarılan kanun, KHK ve kararların anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceğini, bu süreçte görev alanların yargılanamayacağı hükme bağladı. Böylece bir Anayasa “kendisine aykırı bile olsa bazı yasaların kendi hükümlerine aykırı olduğu iddiasıyla yargı yoluna başvurulamayacağı” hükmü ile uygulamaya kondu!
Anayasa'dan üstün yasalar ve kararnameler inşa eden geçici 15. madde iki aşamada kaldırıldı. İkinci aşamayı, malum, bugün darbecilerin yargılanmasını sağlayan 12 Eylül 2010 referandumu oluşturuyor. Birinci aşama ise, 3 Ekim 2001'de yapılan Anayasa değişikliği ile geçildi ve geçici 15. maddenin son fıkrası kaldırıldı. Bu değişiklikle Milli Güvenlik Konseyi döneminde çıkarılan yasal düzenlemelere karşı yargı yolu açıldı.
Yaklaşık 11 yıl önce dokunulmazlığı kaldırılan 12 Eylül yasaları o tarihten beri “itiraz” yoluyla, yani yargılama sürecinde gündeme gelen dosyalar üzerinden mahkemelerce “iptal” istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne götürülebilir durumda. Haliyle bu yol yeterince işlemedi. Ekim 2001'den beri işbaşında olan iktidarlar da (1 yıl Ecevit liderliğindeki koalisyon, yaklaşık 10 yıl AKP) bugüne kadar darbe yasalarına sistematik olarak el atmak bir yana, darbecilerin yarattığı hukuku kullandılar.
Darbe yasaları arasında en “kullanışlı” düzenlemeleri içerenlerden Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası 6 Ekim 1983'te kabul edildi. Milli Güvenlik Konseyi dönemi ürünü olan bu yasa, birçok değişiklik geçirdi, ancak temel felsefesi yaklaşık 29 yıldır korunuyor. İran dönüşünde “Gösteri ve yürüyüş şüphesiz ki kanuna tabidir” diyen Başbakan Tayyip Erdoğan'ın işaret ettiği kanun bu!
İstediğiniz kadar 12 Eylül 2010 referandumunda darbe ile önemli bir hesabın görüldüğünü düşünün. Protesto hakkını kullanmak isteyen insanların hırpalandığı meydanlarla gazetelerin birinci sayfalarından pek öyle görünmüyor. Sanki üç yıl sürmüş gibi görünen darbe düzenini süreklileştiren yasalarla ezilen insanlar, darbeyle hesaplaştığını zanneden bir medya tarafından birinci sayfalardan kovuluyor!
12 Eylül ve 28 Şubat sayfaları arasında dolaşırken; gazeteciliğin, sakladığınız her gerçeği sicilinize bir hançer gibi sapladığını unutmayın...