“Maya dağdan kalkan kazlar” kıvrılan bir klarnet sesiyle sabaha karşı sohbetimize üflendiğinde Müzeyyen Senar’ı konuşuyorduk.
Artık başka bir aleme evrilen saatlerinde Beyoğlu, nicedir hayat denen mucizeye tutunmaya çalışan Müzeyyen Senar, ortak bir alın yazısı gibi okunan şarkılar ve kardeş bir klarnet sesi…
Maya dağdan kalkan kazlar,
Al topuklu beyaz kızlar…
Alaturka yürürlüğe girdiğinde hayat gibidir, her seçiminiz başka bir seçim doğurur. Yine öyle oldu; “Fikrimin ince gülü”, “Kapın her çalındıkça”, “Ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın” ve diğerleri…
Televizyon, sinema ve gazetelerden hatıraların çubuğunu tüttürdüğümüz birkaç arkadaş ve yanı başındaki çellosunun pek sokulamadığı o şarkılarla sulh olmuş genç bir kadın… Şarkılar, herkesin hayatındaki sırasını nasıl da sabırla bekliyor!
Ve o sırayı neredeyse bütün bir yüz yıl boyunca kim bilir kaç kuşağın hayatına tebliğ etmiş bir müzisyen; Müzeyyen!
Evet, sahnede Müzeyyen’dir o. Fazlası bu bahiste haksızlık bile sayılır! Bir ismin, tek başına, hiçbir şeyi ardına takmadan, hiçbir şeye yaslanmadan inşa ettiği devasa bir hayatın kriptosudur “Müzeyyen.”
Ne Suriye bu pazartesi günü, ne siyaset, ne ekonomi, ne spor. Radi Dikici’nin yaklaşık 3,5 yıl çalıştıktan sonra “Cumhuriyet’in Divası – Müzeyyen Senar” adıyla yayımladığı biyografisinde altını çizdiğim bazı satırlarla Müzeyyen’i yazmak istiyorum...
Müzeyyen Senar, işlettiği kıraathanenin yanı sıra yaptığı ilaçlar ve diş çekmek gibi maharetleri nedeniyle “Cerrah” lakabıyla anılan Mehmet Bey ile Zehra Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak 1918 yılında Bursa’da doğar. İpek böcekçiliği yapan annesi Zehra Hanım’ın sancısı tuttuğunda böceklikte kimse yoktur ve doğumu yalnız başına yapar.
“Hikmet” derler adına. Ancak nüfus işlemlerini üstlenen teyzesinin eşi Ziya Bey, döndüğünde “Bu çocuğa Hikmet ismini yakıştıramadım” der, “Onun için Müzeyyen olarak değiştirdim.”
Bursa’da düğünler ve mevlitlere çağrılan Anne Zehra Hanım’ın sesi dillere destandır. Nitekim Zehra Hanım, kızının ilk hocası da olacaktır. Altı yaşındayken dönemin türkülerinin önemli bir bölümünü ezberleyecek, düğünlerde, o zamanın bir geleneği olan hamam eğlencelerinde hayran kitlesi yaratmaya başlayacaktır.
Tam da o günlerde bir sabah uyandığında konuşma güçlüğü çeker Müzeyyen, kimsenin anlam veremediği bir şekilde kekelemeye başlar. Sadece şarkı söylerken dili çözülen bir kekeme olmuştur. Bir kekeme bülbül!
Kendisi anlatıyor:
“Müthiş üzüntülüydüm. Konuşamamak beni kahrediyordu… Ancak bugün düşündüğümde, sanki Tanrı bana başka bir şey vermek için kekeme olmamı istemişti. Çünkü konuşamayınca şarkı söylemeye mecbur kalıyordum. Yeni bir usul geliştirmiştim. Artık anlatmak istediklerimi şarkı söyleyerek ifade etmeye başlamıştım. Yani sürekli şarkı söyleyen bir insan haline gelmiştim. Bu herhalde sesimin volümüne ve kalitesine olumlu etki yapmış olmalıdır. Çünkü bazı heceleri çıkarmak için gırtlaktan farklı sesler çıkartmak durumunda kalıyordum. İşe iyi tarafından bakmak gerekirse, kekeme olmasaydım, belki bugünkü Müzeyyen Senar olamazdım.”
Annesi, hayatına giren başka kadınlar nedeniyle babasını ve kendisini terk ederek İstanbul’a gider. Babasıyla kalan Müzeyyen henüz 11 yaşındadır, iki sene dayanır ve bir gece babasının cebinden gizlice aldığı 2 lirayla Bursa’dan İstanbul’a kaçar.
Kendisini, Türk müziğinin en büyük yorumcularından biri yapacak şehirde, üstelik Üsküdar’dadır. 1931 yılında, 13 yaşındayken Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne kaydolarak annesinden sonraki ilk müzik eğitimine başlar. Daha sonra Şark Musiki Cemiyeti’ne gidecek, Hayriye Örs ve Kemal Niyazi Seyhun’dan dersler alacak, radyoda eğitimine devam edecektir.
Bütün hocaları fark eder ki, bir kere dinlediği şarkıyı mükemmel bir şekilde icra edebilmektedir. Şerif İçli’ler, Şükrü Tunar’lar, Selahattin Pınar’lar, Yesari Asım Arsoy’larla buluşan hayatında önemli bir mesai de, bestekârların daha sonra dillerden düşmeyecek şarkılarını ilk kez ona okutmaları olur.
Ve radyo. 1932 baharında, 24 yaşındayken, Şemseddin Ziya Bey’in kürdilihicazkâr eseri “Güvenme hüsnüne bu çağın geçer” şarkısıyla İstanbul Radyosu serüveni başlar. Türkü ve maya okumayı da öğreneceği radyo şöhreti getirecek, gazino yılları başlayacaktır.
Gazinoda sahneye çıkması için 15 olan yaşını nüfusta 18’e çıkarır. İlk gazino Belvü, Sene 1933, yevmiye 10 lira. Ardından Mulenruj, Panorama Bahçesi ve Münir Nurettin Selçuk’la Taksim Av Salonu. Mikrofon yok! Yevmiye 30 lira.
Selahattin Pınar’ın ilk kez, Fatih’teki evinde kendisine okuttuğu “Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım”, taş plağa da okuduğu ilk eser olacaktır. Pınar’ın evinde çalışırken bir gün kapıyı çalan büyük bestekâr Saadettin Kaynak’tır. Ve Müzeyyen, o tanışmadan sonra Saadettin Kaynak’ın da yeni bestelerinin çoğunu ilk kez “geçtiği” isim olacaktır.
Bir gün Sadi Işılay, “Seni bir yere götüreceğim” der ve Talimhane’de bir apartmanın birinci katındaki daireden içeri girerler. Divanda solgun, hasta ve yorgun bir kadın yatmaktadır. Işılay, “Bak sana kimi getirdim, hep sözünü ettiğim Müzeyyen işte bu” der. Eğilir, elini öper Müzeyyen. “Sahnede üşütme. Allah gayret versin” diyen kadın “Sadiciğim, Müzeyyen kızımız bana acaba Hayri (Yenigün) Bey’in hüzzam şarkısını okur mu” diye sorar. Ne demek, Sadi Bey hemen kemanını alır, Müzeyyen okur; Ölürsem yazıktır sana kanmadan…
Bu, Deniz Kızı Eftalya’yı ilk ve son görüşü olur!
Eskişehir turnesi sırasında tanıştığı Ali Senar’la 17 yaşında evlenen Müzeyyen, Soyadı Kanunu’yla “Dombayoğlu” olan soyadını o yaşında bırakır. Daha sonra iki evlilik yapacak, ancak Müzeyyen’e “Senar”dan başka soyadı eklemeyecektir.
Eskişehir’deki işini bırakan eşi İstanbul’da işsizdir. Soluğu Eminönü’deki İş Bankası’nda alır, “amca” dediği Celal Bey’e (Bayar) durumu açar ve Ali Senar ertesi gün işe başlar.
Sene 1936, aylardan Aralık. İlk çocuğu Ergun altı aylıktır ve diş çıkarmaya başladığı için ateşli gibidir. Ergun’u yatırır ki, kapı çalar. Kapıdaki Nubar Tekyay’dır ve “Hadi kızım, hazırlan saraya gidiyoruz” der.
Atatürk’ün ilk davetidir bu. Şarkı defterini alır ve eşiyle birlikte kapıda bekleyen büyük otomobile binerek Dolmabahçe Sarayı’nın yoluna koyulur. Birazdan huzurdadır. Önce “Gel bakalım hanım kızım” der Atatürk, “Çekinme, öyle yaparsan o güzel sesini nasıl dinleriz.”
Atatürk’ün sağına oturtulur. Ancak Atatürk sonra şöyle bir bakar, ardından da yaverine bir şeyler fısıldar. Yaver “Lütfen beni takip ediniz” der ve büyük banyoya davet edilen berber tarafından arkadan topladığı saçları kesilir. Bu sırada Ali Senar da bıyıklarından olmuştur!
Tekrar huzura çıkarlar. Atatürk şarkı defterini alır ve ilk parçayı Tatyos Efendi’den ister:
“Mâni oluyor hâlimi takrire hicabım / Üzme yetişir üzme firakınla harabım…”
Saraydaki sazda kimler yoktur ki; Necati Tokyay, Şükrü Tunar, Nubar Tekyay, Selahattin Pınar, Kemal Niyazi Seyhun, Yorgo ve Aleko Bacanos… “İzmir’in içinde civanım vurdular beni”ye kadar uzanan türkülere gidilir, masa coşar. Atatürk, “Hadi bakalım şimdi Rumeli türküsü” der ve son fasıl “Estergon kal’ası”yla başlar, “Alişimin kaşları kara”larla, “Köşküm var deryaya karşı”larla sürer.
Bir zarfın içinde 700 lira ile ayrılırlar saraydan. Ancak Ali Senar’ın canı sıkılmıştır. Evde kavga çıkar. Diğer davetlerden sonra ayrılık kararı gelecektir.
Evet, diğer davetler. Dört kez daha Atatürk’e şarkı söyler Müzeyyen Senar. İkinci davet, Bursa’da Çelik Palas Oteli’ne yapılır. “Bu gece seni doya doya dinleyeceğim” diyen Atatürk, yine şarkı defterini alır “Cânâ rakibi handan edersin”i ister. Atatürk’le birlikte üç kez üst üste söylerler.
Ertesi gün, bu kez Mudanya’da bulunan Ege Vapuru’na davet eder Atatürk. Gün ışıyana kadar meşk edilir ve ardından İstanbul’a demir alınır.
Merinos fabrikasının açılışı için verilen baloda Atatürk’ün dansa kaldırması da var hikâyesinde.
Nihayet Haziran 1938’de Savarona’ya davet edilir. Kanlıca’dan biner Savorona’ya. Atatürk doktorlarıyla birliktedir. Ve bu kez masada rakı yoktur. Yine “Cânâ rakibi handan edersin” söylenir. Sonra Selahattin Pınar’ın hüzzam şarkısı “Aşkınla sürünsem yine aşkınla delirsem”i ister Atatürk. Çok sevdiği bu şarkıyı, Florya Köşkü’nde 1936’da Pınar’ın kendisinden dinlemiştir. Savarona'da iki saat şarkı söyler, Atatürk Müzeyyen Senar’ı son kez dinlemiştir.
Sonra Ankara Radyosu yılları. Ardından Ercüment Işıl ile ikinci, Suudi Arabistan Büyükelçisi Tevfik Hamza’yla üçüncü evlilik.
Radyo ve gazino yıllarında yayılan şöhreti, Türkiye ve yurtdışı konserleri derken “Müzeyyen vakası” büyür. Evi, sanatçıların, müzisyenlerin, şair ve yazarların, iş adamlarının uğrak yeri olur. Müdavimlerden biri Çallı İbrahim olacaktır. Bir gün arar, “Eğer Kabul edersen Neyzen Tevfik’le sana gelmek istiyoruz” der, saat tam 17:00’de evdedirler. Bakın neler anlatıyor bu ziyaretler için Müzeyyen Senar:
“Onlardan hoşlanmıştım. Çünkü başka bir âlemi temsil ediyorlardı. Neyzen ayrı bir dünyanın insanı idi. Çallı ressamdı . Ankaralı dostları ise şair. Her geldiklerinde en az bir saat otururlardı. Neyzen hiç beklenmedik zamanlarda bir köşeye oturur ve neyini çıkarır, çalardı. Onlara hemen içki ikram ederdim. Bir gün Çallı, getirdiğim içki bardağını beğenmedi. ‘Bana lame bir pabucunun tekini getir’ dedi. İçerden lame pabuçlarımdan birinin tekini getirdim ve ona verdim. Rakıyı ayakkabının topuk kısmına koydu ve içmeye başladı. Çok şaşırmıştım. Onun ise dünya umurunda değildi. O gün giderlerken, ‘Bunu iyi sakla, bu benim kadehim’ dedi. Neyzen ne zaman neyini çıkarıp çalmaya başlasa ben de bir türkü söylüyordum. Artık ziyaretleri saat tam beşte olmak üzere her güne bindi...”
Çallı bir gün tuvalle gelir, portresini yapmak istediğini söyler. Günlerce poz verir Müzeyyen, ancak Çallı yaptığını beğenmez ve tuvali parçalar, bir daha da gelmez!
Ve Vehbi Koç. “Gazinoya gelmem mümkün değil. Sizi taş plakta dinlemek de yetmiyor” diyerek, kendisini evine davet etmesini ister. “Memnuniyetle” der Müzeyyen. Konukları arasında kendisine hep “Abla” diyen Vehbi Koç ve arkadaşları da vardır artık. Dostlukları Vehbi Bey’in vedasına kadar surer.
Sahnede ilk kordonlu mikrofon, sahneyle salon arasında sahici bir iletişim, solist için özel sahne düzenleri… Hepsi Müzeyyen Senar ilkleridir.
Cemal Süreya’nın ifadesiyle “en doğurgan” ses olarak içinden geçtiği bütün kuşakları etkilemiş bir müzisyenden söz ediyoruz. Sesi ve yorumu şarkının ve sözün üzerine çıkan, hakkında şarkılar yazılan büyük bir müzisyenden. Selim Aru “Hicran, yine hicran mı bu aşkın sonu böyle” ve “Sen arzu ettin, bu ayrılık senden eserdir”i onun için yazar. Zeki Arif Ataergin “Beni ateşlere salan o kapkara gözler”i onun için besteler.
Evindeki 100 plaktan 98’i Müzeyyen Senar’a ait olan genç Zeki Müren, Çelik Palas’ta huzuruna getirilir. Beğenir Müren’i Müzeyyen, “Nereden öğrendin bu şarkıları söylemeyi” diye sorduğunda “Sizin plaklarınızdan efendim” cevabını alır. Zeki Müren’le daha sonra birlikte program yapacaktır. Yıllar sonra bu kez Bülent Ersoy, İstanbul’da Setüstü’ndeki evinde ziyaret edecektir; “Sesimi bir dinleyin.”
Kadının, erkeğin yanına dimdik çıkışı da var beş binin üzerinde plak doldurduğu bu serüvende. Alaturka çağları aşan yolculuğunda bugün hepimizin hâl tercümesi olabiliyorsa, bunda Müzeyyen Senar’ın da payı var. Alaturkanın güldestesi!
80 yaşındayken, torunu yaşındaki müzisyenlerle stüdyoya girip, bizi, hayata o eşsiz şarkılarla birlikte omuz vermeye bir kez daha davet eden Müzeyyen’dir o.
Son konserini, 88 yaşındayken, 5 Eylül 2006’da Sepetçiler Kasrı’nda verdi Müzeyyen Senar. Yaklaşık iki hafta sonra hastalandı. Ve o günden beri yerleşerek tedavi gördüğü İzmir’de Temmuz ayında 95 yaşına girecek.
Sazın ardında koştuğu kadife sesiyle güfteyi gülle gibi vurgulayan, ama asla bağırmayan icrasını unutabilir misiniz? “Ben şarkı söylemiyorum, güfteyi anlatıyorum” diye anlattığı eşsiz tarzını?
O beyati şarkı alnına yazılmış sayılır; Benzemez kimse sana.
Peki olacaksa bir Müzeyyen makamı?
''Buselik''tir…