Bugün size ne bütçe tartışmaları, ne Wikileaks belgeleri, ne medya kavgaları, ne de CHP kurultayından söz edeceğim. Kış geldi zira, kar dağlardan sonra enginleri örtmeye, yolları kesmeye başladı. Tam da bu yüzden, bugün size nedense bir türlü bu ülkenin gündemine giremeyen bir uzun ölümden, hep birlikte seyre daldığımız bir yok oluştan bahsedeceğim. Ve seyrettiğimiz bu ölüme karşı yarım yüzyıldır direnerek hepimizi utandırması gereken bir savaşçıdan... Bu yıl TÜYAP Kitap Fuarı'nın “Onur Yazarı” seçilen Prof. Doğan Kuban, Türk mimarlık tarihinin, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen anıt isimlerinden biri. İlhan Selçuk, “Her insan hayatı boyunca kendi heykelini yontar” demişti. Kuban'ın hikâyesi, hayatın nasıl yontulabileceğini gösterir bize. Buyrun... Doğan Kuban, babası Yüzbaşı Bahattin Bey Fransız Harp Akademesi'nde eğitim görürken 8 Nisan 1926'da Paris'te doğdu. İlkokulu İstanbul, Elazığ, Eğirdir ve Denizli'de tamamladı. 1949'da İTÜ'den “yüksek mühendis mimar” olarak mezun oldu. İTÜ Mimarlık Fakültesi'nin Mimarlık Tarihi kürsüsüne 1952 yılında asistan olarak girdi. İstanbul'da barok yapılar üzerinde çalıştı ve tez hazırladı. Osmanlı Dini Mimarisi'nde İç Mekan Teşekkülü – Rönesansla Bir Mukayese” başlıklı teziyle doçent oldu. İtalya'daki çalışmalarının ardından 1962-63 yıllardında Michigan Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde konuk öğretim üyesi olarak ders verdi. 1963-64 yıllarında Harvard desteğiyle Washington'da Bizans Araştırmaları Merkezi'nde “Anadolu'daki Hristiyan Yapılar Katoloğu”nu hazırladı. 1965'te, “Anadolu Türk Mimarisinin Kaynak ve Sorunları” adlı kitabıyla profesörlük unvanını aldı. 1970'de ABD Minnesota Üniversitesi'nde ders verdi. 1974'te İTÜ Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü'nü kurdu ve başkanlığını üstlendi. 1977'de İTÜ Mimarlık Fakültesi dekanlığı yaptı. 1977-79'da yine Harvard'ın desteğiyle Bizans Araştırmaları Enstitüsü'nde çalıştı. 1978-1983 arasında Ağa Han Mimarlık Ödülü Yürütme Komitesi üyesi olarak görev yaptı. 1979'da İslam Tarih ve Araştırma Merkezi'nin kurucusu ve müdürü oldu. İstanbul Yıldız Sarayı Seyir Köşkü restorasyonunu gerçekleştirdi. 1986-87'de Suudi Arabistan Dammam Kral Faysal Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nde “Çağdaş İslam Mimarisi” üzerinde dersler verdi. İsmet Okyay'la birlikte Safranbou Kenti Koruma İmar Planı'nı hazırladı. Prof. Semavi Eyice ile birlikte “Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi'nın Yayın Kurulu Başkanlığı'nı yaptı. 1993-95'te III Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanlığı'nı üstlendi. “Sinan'ın Sanatı ve Selimiye” adlı kitabıyla 1997'de Aydın Doğan Ödülü'nü aldı. Bugün mimarlık ve mimari tarihi konularında 20'nin üzerinde kitap Doğan Kuban'ın imzasını taşıyor. 'Kimseyle yakın arkadaşlık yapamadım, çünkü...' Doğan Kuban, Hürriyet'in 29 Ekim 2010'da yayımlanan kitap ilavesinde Doğan Hızlan'a verdiği söyleşide, bu hayatın kendisine neye mal olduğunu bakın nasıl anlatıyor: “Kimseyle yakın arkadaşlık yapmadım, yapamadım. Çünkü yakın arkadaşınızla birlikte olmanız gerekir. Bu da zaman demektir. Ben iki kere gittiğim bir yere üçüncü gün gidemem. Kimseyle içki içmedim. Sadece ara sıra ve eğlenmek için içki içtim. Yani öyle içki tüketen bir insan değilim, haliyle arkadaşlarımla bahane edebileceğim bir buluşma sebebim olmadı hiçbir zaman. Çalışmaya inanan, çalışmaya bağımlı bir insanım ben. Haliyle böyle adamın da arkadaşı olmaz...” Kuban, hayatının yarım yüzyılını da, diğer uğraşlarının yanı sıra yaklaşık 800 yıl önce yapılan Divriği Ulu Camii'ne verir. Doğan Hızlan'ın, “Divriği için çok uğraştınız. Siz uğraşmasaydınız böyle bir değerin ortaya çıkacağı yoktu. Bu belki de bir keşif” sözleri üzerine Kuban'ın verdiği cevap, yeryüzündeki en özel mimari eserlerden birinin yok oluşunu nasıl seyrettiğimizi gösteriyor: 'Türkiye farkında değildi, kitaplarımda anlattım' “Yaptığım bir keşif sayılmaz. Benden evvel görüp 'Aman, ne şaheser!' diyenler de var. Am bu konuda çaba veren kişi benim. Az önce de dediğim gibi, Divriği Camii'ni anlattım kitaplarımda, Türkiye farkında değildi. UNESCO sayesinde dünya farkına vardı. Bakın Divriği Camii, dünyanın en büyük yapılarından biridir. Ben 45 yıldır Divriği üzerinde çalışıyorum. 1967 yılında, Amerika'da doktora dersi verirken sadece Divriği için bir ders açmıştım. Son kitabım da müstakil olarak onunla ilgilidir. Örneğin Divriği Camii'nin kapısının çevresindeki bezemeler. Ben onlara bezeme diyorum, onlar birer heykeldir. Boyutlandırılması, ince işçiliği, bütün içindeki uyumu ve tek başına değerlendirildiği zaman karşımıza çıkan şaheserliği bir heykel olarak adlandırmamızı gerektirir. Figür olması şart mı heykel dememiz için? Adam yapmış ve biz onun adını bile bilmiyoruz. Kapı bezemeleri dünyanın her yerinde, kapının çevresindeki bir süstür. Ama burada kapı bezemenin süsü gibi kalmış. Divriği Camii'nin taşları da çok özeldir, ne yazık ki her geçen gün eriyorlar. Kışın kar doluyor onun içine, bu da ne demek, çözünmeye neden oluyor demek. O kadar söyledik, bir kafes içerisine alınsın dedik, bir şeyler yapılsın dedik. Bakanlık elli yere müraacat edilmesi gerektiğini, hâlâ üzerinde çalışıldığını falan söylüyor. Kaç yıldır bir sonuç yok, yazık!” Kış geldi ve Divriği Ulu Camii bir kere daha kar altında... Bu utancın çarşaf listesinde hepimizin adı yazıyor!