Ziya Gökalp, 23 Mart 1876'da, Vilayet Evrak Memuru Mehmet Tevfik Efendi ile Zeliha...
Ziya Gökalp, 23 Mart 1876'da, Vilayet Evrak Memuru
Mehmet Tevfik Efendi ile
Zeliha Hanım'ın çocuğu olarak Diyarbakır'da doğdu. 17. Yüzyıl'da Horasan'dan Çermik'e göç eden ataları Diyarbakır'a yerleştikten sonra büyük dedeleri kadılık, müftülük, defterdarlık görevlerinde bulundu. Gökalp, 25 Ekim 1924'te öldüğünde 48 yaşındaydı. İlk ve orta öğrenimini Diyarbakır'da gördükten sonra maddi imkânsızlıklar içinde yüksek tahsil görmeye çalıştığı İstanbul'da Baytar Mektebi'nde okuyabildi. İttihat ve Terakki tarafından gönderildiği Selanik'te “Türkçülük” konusundaki görüşleri derinleşti. İstanbul Üniversitesi'nde “sosyoloji profesörü” unvanını alan ilk isim olarak kayıtlara geçen Gökalp, Kürt kökeni de tartışılan bir isim olageldi. Bugün “köklerinden kopma”nın karşılığı olarak “Gökalpizm” terimini öneren yazarlar da var. (Rohat Alakom, “Ziya Gökalp'in Büyük Çilesi Kürtler” kitabının yazarı). Çeşitli kaynaklarda,
Atatürk'ün, Türk milliyetçiliğinin en büyük düşünürü Ziya Gökalp için “Heyecan ve hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp'tir...” dediği aktarılıyor.
'Ruhumuza anadil vücut verir' Gökalp, temel eseri “
Türkçülüğün Esasları”nda meseleyi iki ana bölümde ele alır. Nazari (teorik) Kısım, Ameli (pratik) Kısım. Kitabın “TÜRKÇÜLÜK NEDİR?” başlığını taşılan bölümünde “Türk milletini yükseltmek demektir” cevabı verildikten sonra “millet”in ne olduğu konusundaki görüşler ele alınır. Gökalp bu bölümde, “Irkî”, “Kavmî”, “Coğrafî”, “Siyasî”, “Dinî” ve “Ferdî” esaslardan hareket edilerek yapılan “millet” tanımlarını özetler. Ancak kendisi bu yaklaşımlara katılmaz ve millet tanımında bu görüşlere üstün gelecek (tefevvuk ve tahakküm edebilecek) bağlantının ne olacağı sorusunu ortaya atar. Soruya Gökalp'in cevabı şöyledir: “İçtimaiyat ilmi (sosyoloji) ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta, yani duygularda iştiraktir. İnsan en samimî, en derunî duygularını ilk terbiye zamanında alır. Daha beşikte iken, işittiği ninnilerle anadilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdiğimiz lisan anadilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün dinî, ahlakî, bediî (estetik) duygularımızı bu lisan vasıtasiyle almışız. Zaten ruhumuzun içtimaî (sosyal) hisleri, bu dinî, ahlakî, bediî duygulardan ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak, daima o cemiyette yaşamak isteriz. Başka bir cemiyetin içinde daha büyük refahla yaşamamız mümkün iken, cemiyetin içindeki fakrı (yoksulluğu) ona tercih ederiz. Çünkü, dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasındaki o refahtan ziyade bizi mesut kılar. Zevkimiz, vicdanımız, iştiyaklarımız, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir. Bunların aksisedasını (yankısını) ancak o cemiyet içinde işitebiliriz. Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz için, bütün bir mâni vardır. Bu mâni, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski cemiyet içinde kalmıya mecburuz.Bu ifadelerden anlaşıldı ki, millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet, lisanca, dince, ahlakça, ve bediiyatça müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep (oluşmuş) bulunan bir zümredir...” Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” kitabında bu ifadelerle “millet” kavramının temeline “anadil”i yerleştirdikten sonra “Hars ve Medeniyet” başlıklı bölümde, kültürün (hars) “bir milletin dinî, ahlakî, hukukî, muakalevî, bediî, lisanî, iktisadî ve fennî hayatlarının ahenktar bir mecmuası (toplamı)” olduğunu vurgular. Gökalp'in kültür (hars) konusunda verdiği temel örnek de dil üzerinedir. Okuyalım:“... Harsa dahil olan şeylerse, usul ile, ferdlerin iradesiyle vücuda gelmemişlerdir, sun'î değillerdir. (…) Meselâ, lisan fertler tarafından usulle yapılmış bir şey değildir. Lisanın bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine bir kelime icad edip koyamayız. Lisanın kendi tabiatından doğan bir kaidesini de değiştiremeyiz. Lisanın kelimeleri ve kaideleri ancak kendiliklerinden değişirler. Biz bu değişmeye seyirci kalırız...” “Millet” yaklaşımında “ana dil”i bu şekilde tayin edici bir noktaya yerleştiren Ziya Gökalp'in, “Kürtlerin Türkleştirilmesi” projesinin peşine düşmesi, teorik izah çabalarına rağmen, çizgisindeki en ciddi tutarsızlığı oluşturur. Zira Gökalp; kendisini izleyenlerin aksine, Kürtlerin, Kürt kültürünün ve Kürtçe'nin varlığını reddetmez, ancak Kürtlerin yararına olanın “Türkleşmek” olduğunu öne sürer. Gökalp, Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekili (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı)
Rıza Nur'un isteği ve para göndermesi üzerine 1922 yılında yazdığı “Kürt Aşiretleri Üzerine Sosyolojik Tetkikler” başlıklı çalışmada da bu yaklaşımını belli eder. Yıllarca gözden uzak tutulduktan sonra kitap olarak basılan çalışma, resmen reddedilen Kürtlerin varlığını ve Kürt kültürünü kabul etmektedir. Her ne kadar yazar Kürtlerin Türkleştirilmesini savunsa da ve her ne kadar Rıza Nur “Kürtleri anayurtta Kürtleşmeye bırakmamak” amacıyla söz konusu araştırmayı yaptırmış olsa da, Türk milliyetçilerinin rahatsız olduğu Ziya Gökalp'in tek eseri bu olur.
Yeni anayasa ve ana dilde eğitim Ziya Gökalp'in millet ve ana dil konusundaki görüşlerini, yeni anayasa sürecinde bir kez daha gözden geçirdim. Zira ana dilde eğitim hakkı; hem Kürt sorununun çözümü, hem şiddette ısrar edenler ile Kürt sorununu birbirinden ayırma, hem de yeni anayasa için mutabakat sürecinde baraj niteliği kazanan birkaç noktadan birini oluşturuyor. Ana damarın milliyetçilik olduğu Türk siyasetine, “insanların anadilinden kopartılamayacağı” gerçeğini, Türk milliyetçiliğinin babası olan Ziya Gökalp'ten ifadelerle hatırlatmak istedim. Kürtlerin demokratik hakları konusunda hep terörün peşinde sürüklenerek adım atmaya zorlanan Türkiye'nin, belki bu kez şiddette ısrar edenlerin toplumsal desteklerini de zayıflatacak reformlara cesaret edebileceğini umarak... “Kart-Kurt” efsanesi eşliğinde öne sürülen “Kürtçe diye bir dil yoktur” iddialarından devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe yayına uzanan kısa Türkiye tarihi, ana dili siyasi bir kan davası haline getiren bu ülkeye, yeni bir toplum sözleşmesi arayışında çok şey anlatıyor.