İnsanlar zaaflarıyla da yönetilir. Yakalandığın yerden yönetilmektir bu. Açığınla yakalanır, maiyette tutulursun. Mücavir alanda uslu uslu durursun.
Kurumlar, gruplar, şirketler için de böyledir bu.
Ana akım medyanın önemli bir bölümü, nicedir mücavir alanda, nicedir maiyetten bildiriyor.
Neden?
Sadece "siyasal baskı" deyip geçebilir misiniz? Güç hükmedeceği alanda zaaf arıyor, medya "baskı"ya zaaflarıyla yakalanıyor, boyun eğiyor ve elbette itaatin ödülünü alıyor, bu durumdan sebepleniyor. Dayatanların kılığına girerek, baskının en büyük zaferi oluyor.
Jean-Paul Sartre, 50’li yaşlarının sonuna kadarki hayatını anlattığı Sözcükler’de, “Bir çocuğun, yıpranmış, silinmiş, hor görülmüş, bir köşeye atılmış ve sözü edilmemiş bütün temel özelikleri, ellilik bir adamda yaşar durur” der ve ekler.
“Çoğunlukla karanlık içinde yassılaşır onlar, ama fırsat beklemekten geri kalmazlar; biraz dikkatsizlik etseniz, kafalarını dikerler; kılık değiştirmiş olarak pırıl pırıl gün ışığına çıkarlar…”
Geçmiş geçmez yani, bugünde bekler.
Medya da, geçmeyen geçmişi oldu bu ülkenin. İktidara müptela bir hastalıkta on yıllardır aynı civarda patinaj yapıp duruyor. 12 yıllık AKP iktidarının farkı, medyada adeta TOKİ mamulü bir mimari inşa etmek oldu. Gazeteciliğe baskı eğiliminde geçmiş iktidarlarla benzeşen AKP, kendi medya mimarisini oluşturmakta yarattığı hacimle farklılaştı.
Artık yeterince ağırlaşmış bir tecrübeye sahibiz. Maiyette yayın yaparken dağ başına döndü gazeteler, manşetlerde haber değil, hedef tahtasına oturtulmuş insanlara, gruplara, kurumlara, şirketlere karşı orman kanunu hüküm sürüyor.
Grup medyalarının çatısı altında gazetecilik yapmaya çalışanlar hep oldu, şimdi de var... Ancak sanki fişe takılıp unutulmuş gazetelerle ekranlardan yüksek gerilimle nefret tütüyor. Nüfuz kâğıdına dönmüş gazetelerden, yasaklı isim listeleriyle yayın yapan televizyonlardan ölümcül bir kararlılıkla kötülük saçılıyor. Kendi davasına akıl dışı bir inançla sarılanların lisanında karşı fikir “fitneciliğe”, habercilik “darbeciliğe” tercüme ediliyor.
Gazetecilik dışında işleri, dolayısıyla habercilikten "kıymetli" öncelikleri bulunan çarpık medya sermayesi ve siyasi baskıyla sınırlı bir sorun karşısında değiliz. Gazeteciliği araçsallaştırarak bu hastalıklı yapının icraatını üstlenen medya elitlerini, medya muktedirlerini ihmal etmeyin. Onlar da yakalandıkları yerden yönetiliyor, hem yazdıkları, hem de yazamadıklarıyla bir utanç mazisi yontuyorlar kendilerine.
Kimin, neyi savunduğu değil mesele, neyi neden ve nasıl bir lisanla savunduğu…
Ne karşılığında ödünç verdiniz kendinizi?
Grup medyaları ve medya muktedirleri için her zaman meşru bir sorudur bu. Ve gerçeklerin en sadık yoldaşı zaman er ya da geç cevabı getirip önünüze koyar.
Misal, eski medya düzeninin simgelerinden Dinç Bilgin, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'nda, Sabah gazetesinin patronuyken Mehmet Barlas'a ayda 25 bin dolar "ücret" ödediğini açıklamıştı. Bir zamanlar "Hocaefendi Sendromu" başlılklı yazı dizileri hazırlayıp, "Fethullah Gülen'in devleti ve orduyu ele geçirmek için, gizli ve planlı bir çalışma yapan bir 'çete lideri' olduğu ileri sürülüyor.. 'Vakıf', 'Tarikat', 'Cemaat', 'Din', 'Siyaset', 'Laiklik', 'Tehdit', 'Devlet' ve benzer tüm olguların bir arada yer aldığı, yanlış teşhis halinde, gerçekten önemli kötü yan sonuçların çıkabileceği bir 'Sendrom' bu" diyen Barlas, bugünlerde aynı Fethullah Gülen'i "sapı silik, üfürükçü, devlet içinde örgütlenmiş darbeci" ifadeleriyle söz konusu ederken hangi tarife yürürlükte acaba?
Mesele Kenan Evren'den Turgut Özal'a, Tansu Çiller'den Tayyip Erdoğan'a "üzerinde iktidar batmayan bir gazeteci" olarak Mehmet Barlas değil.
Ama "bir yazara 50 muhabir ücreti" sürüyor mu Barlas'a, Barlaslar'a? Ve neyin karşılığında sürüyor?
İnsanların bir gazeteci olarak hangi görüşü, hangi lideri, hangi partiyi savunmalarını tartışmıyoruz. Ama ekranlarda korkudan sırıtarak sorulamayıp yutulan soruların, yılışarak düzülen övgülerin, atışın serbest olduğu hedeflere taarruzun, görülmeyen haberlerin, yalanların, vicdansızlığın, eski dostlara acımasızca saldırmanın karşılığı ne?
Gözler kaça kapanıyor? Muhalif gazetecileri iftiralarla ihbar etmek için kalemler kaça bileniyor? Yüzlerce gazetecinin işsiz bırakılmasının utancı ne karşılığında yüz kızartmıyor? Mücavir alanda evcimen, güce karşı evcil, hedef tahtasındakilere karşı alabildiğine vahşi olmanın fiyatı ne?
Sadece finansal dayatmalar değil, ideolojik takıntılar nedeniyle de bağımsız değil medya. Ana akım medyadaki çok sayıda yayından iktidarla siyasal rekabet yürüten muhalif yayınlara, cemaat yayınlarından mücavir alanda görev icra edenlere uzanan geniş bir yelpazede kirli bir mazi yerli yerinde duruyor.
Gerçeklere sadakatin mesleği, her gün peşin bir yalanla ilan oluyor dünyaya. Birkaç istisna dışında, her gün tiraj yalanı atıyor gazeteler. Hak edilmeyen reklam gelirleri, tehditler ve satış yalanlarıyla istifleniyor.
O sayfalardaki, o yasaklı ekranlardaki en büyük gerçek, her gün yalanla bir daha kurulan bu dünya.
Ne maiyette ateş ettikten sonra nişan alanlara, ne muhalefet pazarlarken etnik ve inanç temelli kışkırtma yapanlara, ne hesap makinesi gibi akılsız bir akılla demokrasiyi sandık başında sayı saymaya indirgeyenlere, ne kayıtsızlıkları ve vicdanları kiralanan medya muktedirlerine mahkûmuz.
Peki ne yapmalı?
Biz bu soruya, tam beş yıl önce bugün, 1 Eylül 2009'da T24'ü yayına koyarak cevap aramaya koyulduk.
Ne paramız var, ne de bizi korkutabilecek bir güç. T24 çalışanlarının mütevazı ücretleri, vergiler, primler, kira, iletişim ve ulaşım gibi zorunlu giderlerimizi karşılamaya ancak yeten bir gelir dışında hiçbir şeyimiz yok.
Arkamızda çok şey arandı, hemen her mahallenin yayını olarak suçlandık da. Gülüp geçiyoruz bunlara, zira hiçbir mahallenin yayını değiliz. Ya da bütün mahallelerin yayını!
T24'ü hiçbir mahalleden ayar almak için kurmadık. Hiçbir kişi, kurum, örgüt, hareket ve oluşumla doğrudan veya dolaylı ya da tesadüfi bir ilişkimiz yok.
Beş yıldır dostları buluşturacak bir kuruluş yıldönümü kutlamasına bile imkân bulamayan, bütün gelirleri "makbul" bir medya starının aylık kazancını aşamayan T24, nasıl oldu da Türkiye'nin internet haberciliğindeki başlıca referans mecralarından biri olabildi?
Soru, para ve kör inançla kirletilmemiş gazetecilikte cevabını buluyor.
Tuhaf bir Türkiye tecrübesi, ama yokluğun gazeteciliğe sağladığı bir imkânın da adıdır T24.
Yanlış anlaşılmasın, T24'ü beğendiğimizi söyleyemem. Her gün yapılan toplantılarımızın değişmeyen konusu eksiklerimiz ve hatalarımız.
Ama imkânlarımız ölçüsünde ne yapacağımızı, sadece medya kötü diye kendiliğinden alternatif olamayacağımızı biliyoruz.
T24’ün beş yıllık tecrübesinin, başka bir gazeteciliğin mümkün olduğunu gösterdiğini de biliyoruz. Hiçbir görüş ve inancı haberciliğin önüne koymayan bir gazeteciliğin.
Guy de Maupassant, kuleyi görmekten kurtulduğu tek yer olduğu için hemen her gün Eiffel Kulesi'ne gittiğini söyler.
O kulelerin içinde hâlini görmek istemeyen medya kendi gücü, acımasızlığı, yalanları, muktedirleri ve kibriyle tükenecek. Ve her şeyi yeterince tüketen medya düzeni için sıra kendisine de gelecek.
Zorbalığın en büyük zaferi, emir alanların da zorbaların kılığına bürünmesidir.
Ama insanlığın tecrübesini unutmayın… Yükselten duygular ezer de.
Biz, berbat edilen gazeteciliği temizlemek üzere ellerimizde kovalarla buradayız.
T24'ü bugünlere getiren editörleri, muhabirleri, yazarları ve okurlarıyla burada...