Canım acıyor. Gözlerim yanıyor. Sabahtan beri okuduklarım içimi çok acıtıyor...
Canım acıyor. Gözlerim yanıyor.Sabahtan beri okuduklarım içimi çok acıtıyor.Geçen gün, Hatay'daki rezil anaokulu öğretmenini okumuştuk.Aklıma gökkuşağına karışan siyah lekeler gelmişti. Çocuk masumiyetlerine gölge düşürülen minik öğrencilere üzülüp, çocuk olmasına bile izin verilmeyen, ağır suçlarla, şefkatsiz ve katıksız bir kötülükle bir anda "büyütülen" yavruları düşünmüştüm.Şükürler olsun ki çok şanslı, çok el bebek gül bebek büyütülen küçüklerden olabilmiş, çocukluğumu tekerlemeleriyle birlikte saklayabilmiştim ben.Haber üzerine haber yağdı. Salı sallandı, çarşamba çarşafa dolandı.Ne zaman ki gazeteleri açtım, bir daha, yeni baştan içim bulandı.Türkiye'de ilk kez, 26-28 Kasım 2010 tarihlerinde, İstanbul'da çocukların ve yetişkinlerin katılımıyla Çocuk Hakları Kongresi düzenlenecek. Türkiye’nin 1989’da imzaladığı, Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’yi merkeze alarak, çocuk hakları politikalarının ve uygulamalarının iredelenmesi amaçlanıyor.T24’ün dünkü haberine göre, kongre çerçevesinde inceleme yapmak üzere yaklaşık 7 bin çocuğa sorunları hakkında sorular sorulmuş; onlar da cevaplamış.Çocuk Hakları Sözleşmesi hakkında bilginiz var mı?* Biliyorum, dövülmeme hakkım, arkadaşlık hakkım var. * Haklarım var biliyorum ama hiçbirini kullanamıyorum.* Çocukluğun tadını çıkarma, ağlama hakkım var.* Haklar hep büyüklere aittir.Hem hayran olunası masumiyetlerine gülümsüyor, hem cevaplarına içleniyorum. Diğer sorulara geçiyorum.Sahip olmanız gereken haklar hangileridir?* Konuşma, eğitimden yararlanma, sevilme, aile ortamında yaşama, oyun oynama, oy verme, güzel isme sahip olma; büyüklerimizin işlerimize fazla karışmaması; şehirde ıslık çalabilme; öğretmenini seçebilme; hayallerini kısıtlamama hakkı...Hayallerini kısıtlamama hakkı noktasında bulanık görmeye başlıyorum.Ofisteyim, piyasalar yeni açılmış, günün yoğunluğu başlamamış, henüz sabah kahvemi bile içmemişim, ve gözlerim yarıya kadar dolu oturuyorum.Gidip yüzüme su çarpıyor, devasa bir kupaya, bolca kahve koyup yerime geri geliyorum.Kısıtlanmış hayaller içimde döne döne başka bazı haberleri okuyor, sonra bir başlık görüyorum.”Orada Kimse Yok mu?”Yazıyı okuyorum, kanım çekiliyor.“Orada” kimse yok.Daha doğrusu bir sürü kişi var da, eksiklikleri çok.Kulakları duymuyor, gözleri görmüyor, kalpleri atmıyor, dilleri söylemiyor.Orada birkaç küçük kız çocuğu, yıllardır yalnızca, yaşarmış gibi yapıyor.Oyun hakkı da neymiş, hayallerini kısıtlamamak da ne demekmiş; bunlar bir yana dursun, onlar çocukluk neydi, çoktan unutmuşlar. Çocuk bedenlerinde içleri kurumuş, ihtiyar ruhlu ergenler olmuşlar. Haz manyağı, ruh hastası, şefkatsiz, kalpsiz; bir, iki, beş değil, onlarca soyu kuruyası mahlukat, onlara yıllardır, düzenli, tecavüz ediyor.Korkutulmuş, sindirilmiş, insanlığını unutmuş, gözlerini iğrençlikten türetilen sahte bir topluluk namusu bürümüş, eğitimsiz, ruhsuz, vicdansız; bir, iki, beş, on kişi değil, bir koskoca şehir, bu olayı gözlerden saklıyor.Ailelerinden, esnaftan, öğretmenlerinden, müdürlerinden böyle görmüş, artık eğitilip ıslah edilecek noktanın öte yanına geçmiş, aptal, şuursuz, deneyimsiz, zavallı, onlarca yaşıtları, “mini mini bir kuş” şarkısı mı söylesin? Onu öğrenmemişler ki! Kendi yaşıtları olan kurbanların karşısına geçip, aynı ahlaksız zihniyetle, arsızca “ellere var da bize yok mu” şarkısı söylüyorlar. Öyle bellemişler. Bırakın yetişkin olduklarında nasıl olacaklarını, daha şimdiden görmüş oldukları rol modellerinden zırnık farkları kalmamış, kirletilmiş zavallı ruhlar.Olayın hangi kısmına daha çok delirmeli, hangi kısmın üzerine daha çok gitmeli, bilmiyorum. İlk tecavüzü edene mi, bunu duyup da “nasılsa kızlığı bir kere bozulmuş; artık tecavüzlükten çıkar, hak haline gelir” diye düşünen, bunu birbirine anlatıp olayı normalleştiren ve meşrulaştıran iğrenç takipçilerine mi, o kentin, bunca sindirilip bastırılmış, acıtılmış, sonunda lal olmuş, insanlığını unutmuş kadınlarına mı, şeyh bozuntusuna mı, erkek egemen adalet sistemi temsilcilerine mi, kime kızmalı en çok? Kime? Nasıl iyileştirmeli bu korkunç gidişatı?Bir anda aklıma 2003 yapımı, Lars von Trier tarzının en muhteşem örneği olan, başrolde Nicole Kidman’ın muhteşem oynadığı, insanın içi söküle söküle izlediği ve saatlerce kendine gelemediği, Dogville filmi geliyor.Filmde, Grace adlı bir kadın, (ki isminin Türkçe sözlük anlamı Merhamet’tir), ufak bir kasabaya, gangsterlerden kaçarken sığınmak zorunda kalır. İyilikseverliği, güzelliği ve minnettarlığı ile kasaba halkı da Grace’e bayılır. Ancak bir süre sonra, mükemmel işlenmiş bir kurguyla, azar azar insanlar değişmeye, iyilik kötülükle yer değiştirmeye, Grace’in yaptığı iyilikler görev sayılmaya, onun kasabaya yazgılı olduğunu düşünen herkes onu köle gibi çalıştırmaya başlar.İnsanoğlunun açgözlülüğü, doyumsuzluğu, kötülüğü ve kişisel acizliği devreye girer. Bu süreçte insanı en çok dehşete düşüren, kasabadaki, genç-yaşlı, erkek-kadın, istisnasız herkesin, toplumsal bir histeri içinde Grace’e yaptıkları korkunç işkencelerdir.Görürüz ki, kalabalığın kimliksizliği yanılsamasına sığınanlar, tek başına işleyemeyeceği korkunç günahları toplu halde, rahatlıkla işlerler. Bununla yetinmeyip, yaptıklarını, o küçük beyinlerinde meşrulaştırır.Kendisine karşı yapılan her haksızlığı ve tecavüzü sineye çeken Grace’in, filmin sonunda dönüştüğü hal ise, biz içi çekilmiş izleyiciler için artık, merhametin aptallık, intikamın ise zorunluluk haline geldiği bir hal; iyi ile kötünün ötesinde bir adalet sorunudur.Dogville, bu çarpıcı hikayesiyle, etkileyici diyalogları ve verdiği mesajlarla, çok ağır ama çok güzel ve öğretici bir psikolojik dramadır.İzlerken çok gerilen insanın, sonunda içini tek rahatlatan ise, çocukça bir kaçma duygusuyla, bütün bunların “yalnızca film olduğu” fikrine sığınmaktır.Öyle ki insan, filmin afişinde yazan ve genel havasına yayılan tek bir cümleye gözlerini çok temel bir savunma mekanizmasıyla yumar; “Buraya uzak olmayan, sessiz, küçük bir kasaba”.Peki şimdi? Şimdi de yumacak mıyız gözlerimizi?