Büyüyüp büyüyüp kocaman olunca, çocukluğun masum oyunları başka bir şeylere büründü. “Mış gibi yapmak” oldu eski saklambaçlar...
Küçükken oyun oynamaya bayılırdım, söylemesi ayıp, eşşek kadar oldum, hala da bayılıyorum! Topaçlar, barbie bebekler, legolar, arabalardan çok, topluca oynanan çocuk oyunlarından söz ediyorum… Koşarak ve bağırarak oynanan, yorgunluklarının tadı, inanılmaz lezzetli akşamüstü limonata-kurabiyelerine bedel, sokak-bahçe-yazlık oyunları bambaşkaydı… Saklambaç, birdirbir, körebe, istop, yakantop, dansa davet, kovalamaca, akşam ebesi, ip atlama… Oynarken saatlerdir koşmakta olduğunun farkına bile varmayacak kadar enerjik küçük bünye, müthiş bir yaratıcılıkla anında geliştirilen yepyeni kurallar, dizlerde bir türlü kapanmayan yara kabukları…Terden sırta yapışmış da akla bile gelmeyen tshirtler, kenarlardan körpe körpe bütün telleri havalanmış da, umrumuzda bile olmayan dağınık bukleler… Büyürken, oyunlu hallerimizi bahçelerde bıraktık. Büyüyüp büyüyüp kocaman olunca, çocukluğun masum oyunları başka bir şeylere büründü. “Mış gibi yapmak” oldu eski saklambaçlar... Eski oyun tanıklıkları, kariyer hayatında, kör bir ebe misali sadece görmek istediğini gören iş arkadaşları; aşk hayatında, her türlü ilişkiyi ebeleme ve sobeleme üzerine kurulu addeden ve saklı köşeleri bulup keşfettiği anda oyuna ilgisini tümden yitiren bağımsız ruhlar olarak karşımıza çıkar oldu... Bu yeni oyunlarda, eskisi gibi umursamaz, enerjik, mutlu da değildik çoğu zaman üstelik... Heveskar enerjiden çok, paniklere karışmış bir ajitasyon, mutlulukta bile küçük hesaplar, umursayışsız olmaya izin vermeyecek, sorumluluk ve zorunluluk yüklü koşullar içinde, koştuk, koştuk, nefessiz kaldık yine koştuk... Arada ardımıza dönüp baktık ki, bazen arkamızdan kovalayanlar yarı yolda pes edip vazgeçmiş, bazen de sorumluluk yüklü arabalar amansızca peşimizde... Büyümüşüz... Atılan toplar gerçekten yakar olmuş. Gözyaşları düşüp de dizini acıtmaktan değil, yüreği kırılıp da incinmekten akar olmuş... Bence nitelikli edebiyat, sanatın tüm dalları, doğayla haşır-neşir olma, gezginlik, dost paylaşımları dışında, yetişkin yaşamında, hayatın türlü çeşitli zorluklarına direnebilmenin ve yaşamanın hakkını verebilmenin en iyi yollarından birisi, içimizdeki artık olgunlaşmış ama hala muzip, neşeli, masum, oyunbaz ve düş gücü zengini olabilen çocuğu, sık sık dışarı çıkarmak… Artık ne yazık ki çok azımız, hem çocuklarla, hem arada büyüklerle çocuk olabilmenin keyfini sürdürüp, yaşamına lezzetli bir tat katabiliyor. Neyse ki sinema endüstrisi, nostaljik bir öykünmeyle karışmış, insana pek iyi gelen “çocuklaşma” keyiflerimizi keşfetti ve ilerilere taşıyor. Disney Stüdyoları ile Pixar Animasyon işbirliğinin muhteşem ürünleri, “Oyuncak Hikayesi”, “Yukarı Bak” gibi filmler, ince mizahları ve rengarenk kurgularıyla, içimizdeki çocuğa nasıl da iyi geliyor. Bazı ruhu tazeler, başucu kitaplarına, kalın ve kahverengi ciltli eserler yanında, “küçücük-fıçıcık-içi dolu turşucuk” formatının tam içinde bir bilgelik öyküsü olan müthiş bir kitabı, Küçük Prens’i de alıyor. “Büyükler hiçbir şeyi tek başlarına anlayamıyorlar, onlara durmadan açıklamalar yapmak da çocuklar için sıkıcı bir şey oluyor doğrusu...!" (Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupéry) “Çocuk gözleri” hala açık bazılarımız, o eskiden saatlerce oynayıp da yorulmayan tarafına dokunuyor arada... Tabu, Scrabble, Twister, Çiziktirme, Monopoly, Sessiz Sinema... Daha ciddi, daha stratejik ya da daha yaygın olanları, Tavla, Poker, Pişti, Bezik, Briç, King, Okey... Ruhu benzeş hepsinin aslında... Zaman akıp giderken toplu unutuşlar yaşatması da, ara nağme muhabbetleri ve çekişmeleri de, çoğu zaman eğlencesi de! Ben de hala oyunları, çizgi filmleri ve bulmacaları çok seviyor, eşim ve ailemle çılgınca Scrabble, gruplarla Tabu, Çiziktirme, Sessiz Sinema, Okey ve iskambil oyunları oynuyorum. Büyüdüm, ama büyürken ruhumun çocuksu aydınlığını bütünüyle yitirmedim henüz, diyebilirim çok şükür! Gel gör ki, arada, o yanakları pembe, dizi ve dirsekleri kabuklu, nefes nefese eve gelip, iki lokma atıştırıp fırlayan, evde ve yazlıkta, zamanı unutup, saatlerce hiç yorulmadan oyunlar oynayan bukleli küçük kızı da özlemiyor değilim... Siz de mi hayatın hızlı koşturmacasında, zorlu ve can yakıcı toplumsal gündemin içinde yorgun, bezgin, kaygılı ve sıkkınsınız biraz? İçimizde bir yerlerde gizlenen çocuk, bu cumartesi hep birlikte sana sesleniyoruz: Elmaaaaa!