İstanbul’un son 10 yılda yedi tepeli kentten yedi yüz kuleli kente dönüşmekte oluşu malum…
Altyapı ve zemin uygunluğu, deprem yönetmeliği, olası trafik yoğunluğu, muhtemel bir yangın durumuna karşı itfaiyenin bu boyutta binalar için gerekli donanıma sahip olup olmadığı gibi detaylar nasıl bir süreçle analiz edilip gerekli izinler alınıyor, bunu tam olarak bilemiyoruz. Süreçlerin basına yansıyan kısmındansa çokluk, endişe duyuyoruz.
Kent yerleşiminin orta yerinde salınan, yanına bir dolu plaza, rezidans ve hatta hastane kondurulan akaryakıt istasyonlarına zaten sözümüz yok; en yakın tahtaya tık-tık vurup, canımızı korumayı Allah’a havale ediyoruz.
Dün İstanbul’un ilk çok katlı rezidanslarından biri olan Fulya Polat Tower’da büyük bir facia atlatıldı. Binanın dış cephesinde klimaların bulunduğu bölgede oluşan teknik bir problemden kaynaklandığı tahmin edilen yangın, binanın akıllı sistemi sayesinde hızla kontrol altına alındı ve şükür ki can kaybı yaşanmadı.
Yangının en can acıtan kısımlarından biri ise ürkütücü alevlerin basındaki yansımalarıydı.
“Flaş flaş flaş! 42 katlı Polat Tower cayır cayır! Ünlüler, yanan dairelerini işte böyle izlediler!” şeklinde, mide bulandırıcı rezil bir biçemle duyurulan haberlerden, bu çoktaaan bıkıp usandığımız tuhaf medya dilinden söz bile etmiyorum.
Beni en çok ürküten, yine çeşitli gazetelerin internet sitelerindeki okur yorumları oldu.
Van deprem faciası, Samsun sel felaketi gibi, insan aczi ve devlet ihmaliyle yıkıcı etkisi katlanarak artan doğal afetlerin ardından bile bölünebilen, acının ta kendisi yanıbaşında dururken öteki-beriki-seninki-benimki suçlamalarından vazgeçemeyen vatandaş, yangın sonrası durur muydu hiç?
Yine kimin ne dediği belli olmayan, haberi okumayan ya da okuduğunu anlamayanların yazdığı ipe sapa gelmez yorumlarla dolu, okurun bir tanesinin “inşallah can kaybı yoktur” yorumunu bile yüzbilmemkaç kişinin “beğenmediği” bir acayip vaziyet…
Müthiş bir kin ve nefretle herkesin birbirini ve diğerini ve yanmakta olan binada yaşayan “zenginleri” ve “günahkârları” ve o binaya İngilizce isim koyanları ve demokrasiyi ve hükümeti ve muhalefeti ve belediyeyi ve klimalara muhtaç yaşamamıza yol açan cehennem sıcağını ve kaderi ve herkesi ve her şeyi suçladığı, bir ürkünç gidişat…
Toplumun fokur fokur ötekileştirme hararetiyle kaynadığı bugünlerin, ileride yaratabileceği devasa yangının henüz minicik kısımlarını, alevden buzdağının yalnızca tepesini görebiliyoruz.
Kısa ve orta vadeli küçük hesaplarla, bu cinnetin eşiğindeki parça parça toplumun karmaşasından nemalanmanın başarı addedildiğini de on yıllardır çok gördük, yine görüyoruz.
Alevler gün günden büyüyor, bazen bir tek dizeyi anımsıyoruz.
“…Yaşamak görevdir yangın yerinde, yaşamak insan kalarak.” (Ataol Behramoğlu)”