Geçtiğimiz günlerde sizlerle paylaştığımız “Soru ve cevaplarla Varlık Barışı tasarısı” başlıklı yazımızda şu an TBMM gündeminde olan varlık barışı tasarısını irdelemiş ve bu düzenlemenin bir vergi affı olmadığının altını çizmiştik.
Tekrar vurgulayalım, “Varlık Barışı” ile amaçlanan gerçek veya tüzel kişilerin yurt dışında bulunan varlıklarının ülke ekonomisine kazandırılması ve bu varlıkların kayıt altına alınarak izlenebilir olması.
Bu yazımızda konunun “vergi affı” tarafına biraz değinelim ve mevcut tasarının nasıl zenginleştirilebileceğini tartışalım.
Vergi affını, devletin bazı alacak haklarından vazgeçmesi olarak tanımlayabiliriz. Elbette bu alacak haklarından vazgeçmek için, Anayasa’nın ilgili hükmüne uygun olarak, bir yasa çıkarmak zorunlu.
Biraz daha açalım; vergi afları, hem bilinçli olarak vergi ödemeyenlere hem de çeşitli mali imkânsızlıklar yüzünden vergisel yükümlülüklerini yerine getiremeyenlere vergi yükümlülüklerini yerine getirmek için verilen yeni bir şans olarak düşünülmeli.
Kamuoyunda sürekli olumsuz bir imajı olan vergi afları, aslında mükelleflerin “vergi uyumunu” arttırmanın en önemli araçları. Diğer bir anlatımla, vergi affı ile mükelleflere vergiye uyum sağlamaları konusunda son bir şans verilirken, vergi affını takip edecek ciddi yaptırımlar ve etkin denetimlerle de mükelleflerin vergiye uyumu artırılabilir. Bu aşamada şunu itiraf edelim, Türkiye’nin geçmiş vergi affı pratiği son çizdiğimiz modele pek uymuyor. Türkiye’de belirli periyotlarla ve sık sık çıkarılan vergi aflarının “afla aklanma alışkanlığı” olan yeni bir mükellef tipi yarattığını ve bu bağlamda da vergi uyumuna ciddi zarar verdiğini iddia edebiliriz.
Bir itirafta bulunalım. Ekonomik krizler dolayısıyla mükelleflerin bazı dönemlerde ödeme güçlüğüne düştüğü, kayıt dışı ekonomin küçültülemediği, düzenli vergi denetimi oranlarının gelişmiş ülkelere kıyasla düşük kaldığı, yargıda biriken ihtilaflı dosyaların bir türlü eritilemediği hatta aksine sürekli arttığı ve vergi idaresi bünyesindeki takipli dosyaların sayılarının sürekli katlandığı ülkemizde vergi aflarından uzak durabilmemiz de oldukça zor.
Vergi aflarının, aslında sadece az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere mahsus düzenlemeler olmadıklarının gelişmiş ülkenin de vergi aflarına başvurduklarının altını da çizelim.
Özetleyelim, alışkanlık haline gelmemiş ve ihtiyaçlara uygun olarak düzenlenip yönetilen bir vergi affı; vergi uyumunu arttırmaya, idarenin ve yargının iş yükünü azaltmaya, kayıt dışı ekonomiyi küçültmeye, ekonomik sıkıntıda olan yatırımcıları rahatlatmaya ve bütçe gelirlerini arttırmaya yarayan önemli bir anahtar aslında.
Yine de şu nokta önemli; sık tekrarlanan ve iyi yönetilemeyen vergi afları, vergisini düzenli olarak beyan edip ödeyen mükelleflerin vergi sistemine olan inançlarını sarsar ve vergiye uyumlarını da düşürür. Bir alışkanlık haline dönüşen ve uygulamalarının ertesinde ciddi idari tedbirlerle desteklenmeyen vergi aflarının, olumsuz ekonomik ve mali sonuçlarının olması kaçınılmazdır.
Vergi affı kavramı bir kez ortaya atıldığında, kamu tarafı açısından artık “affın kapsamına” hâkim olabilmek oldukça güç. Toplumdaki tüm baskı gruplarının devreye girip kapsama dair bir şeyler önerdiği oldukça zor bir süreçten bahsediyoruz.
Bu defa TBMM gündeminde olan tasarıda “vergi affı” bağlamında bir düzenleme yok; ancak 20 Temmuz’da vergi yargılama sisteminin kökünden değişeceği de dikkate alınırsa TBMM’deki tasarı aslında önemli bir fırsat.
Vergi yargılamasında 20 Temmuz’da “istinaf sistemine” geçişle birlikte “ikili yargılama” sistemi yerine “üçlü yargılama sistemine” geçildiğini söyleyebiliriz. Yeni sistemle birlikte; ilk derece yargılama makamı olan vergi mahkemelerinin kararlarına karşı doğrudan temyize başvurma imkânı ortadan kaldırılacak ve bu mahkemelerin kararlarına karşı önce ilk derece mahkemesinin bulunduğu yargı çevresindeki Bölge İdare Mahkemelerine istinaf başvurusunda bulunulması artık zorunlu olacak. Diğer bir anlatımla, birçok vergi uyuşmazlığı için “temyiz yolundan” önce yeni bir kanun yolu daha oluşturulmuş oluyor ki bu da daha uzun yargılama süresi demek. Bu konuya “Vergi Yargılamasında 20 Temmuz’da yeni bir dönem başlıyor!” başlıklı yazımızda ayrıntılı şekilde değinmiştik.
Oldukça önemli olan bu yargılama sistemi değişikliğinin vergi yargısı ile vergi idaresinin yükünü başlangıçta muazzam biçimde arttıracağını ve mükellefleri de çok zorda bırakabileceğini öngörebiliriz.
Bu bağlamda;
kapsama alan bir vergi affının, vergi yargısı, vergi yönetimi ve mükellefler açısından büyük faydaları olacağı gözden uzak tutulmamalı.
Önceden uygulamasına şahit olduğumuz, sınırlı bir “matrah arttırımı” düzenlemesinin de vergi denetim teşkilatı ve vergi yargısını rahatlatabileceği söylenebilir. Matrah arttırımı vasıtasıyla tahsil olunacak verginin de kıymetli mali sonuçları da olacaktır. Ancak yine de vurgulayalım; öncelik yargının ve gelir yönetiminin iş yükünün azaltılması bağlamında, yukarıda vurguladığımız dava, inceleme, uzlaşma ve tarhiyat aşamasındaki alacaklar olmalıdır.
Rutinleşmeyen, iyi hazırlanan ve iyi yönetilen vergi aflarının, vergi uyumuna önemli katkıları olan düzenlemeler olduklarını vurgulamalıyız. Sürekli tekrarlayan ve akabinde etkili önlemlerle desteklenmeyen afların, “afla aklanmayı alışkanlık haline getiren” bir mükellef tipi yarattığı akıldan çıkarılmamalıdır. Bu tür bir vergi affı yapısının, vergisel uyumu zedelemesi de kaçınılmazdır.
“Müstakbel” vergi aflarına ilişkin olarak kamuoyuna verilecek mesajların, affın tekrarının -olağanüstü gelişmeler dışında- artık mümkün olmayacağı hususlarına odaklanması oldukça önemli. Özetle, modern ülkelerde vergi aflarının “istisnai” düzenlemeler oldukları ve doğru kullanıldıkları takdirde vergi uyumunu arttıracakları unutulmamalı; toplumdaki af algısı ve beklentisi de sürekli bu doğrultuda yönetilmeli.
(*) Bu makale www.KPMGvergi.com adresinde yayımlanmıştır.