Anayasa Mahkemesi'nin Barış Akademisyenleri hakkında verdiği karar, muhalif mecralar dışında, söz konusu akademisyenlerin yok sayıldığı bir düzlemde sürekli tartışılıyor. Bildiride hangi ifadeyle ne kastedilmek istendiği, bazı kelimelerin haddini aşıp aşmadığı, öyle bir dönemde böyle bir bildiriyle ne amaçlanmak istendiği sadece bildiriyi imzalayanlara sorulmuyor. Eskinin ana akım televizyonlarının tartışma programlarına davet edilen beş benzemezler, saatlerce akademik özgürlük, ifade özgürlüğü, hendekler ve bildiri üzerine laf çeviriyor.
Bildiriyi ifade özgürlüğü kapsamında görüp, akademisyenlerin cezalandırılmasına karşı çıkanlar, sözlerine –istisnasız şekilde- "bildirinin içeriğine katılmıyorum ama" diyerek başlıyor. Bunu birkaç dakikalık bildiri eleştirisi ve vatanseverlik şovu izliyor. AKP'li görevliler konuyu ısrarla o dönem yaşananlara getirmeye çalışırken, muhalif sandalyelerde oturanlar konuyu hukuki çerçeveden çıkartmamak için çaba harcıyor.
Hâl böyle olunca, asıl tartışılması gerekenleri arka planda bırakan, onları perdeleyen bir "tartışma" ortaya çıkıyor. AKP'nin tek başına iktidar olma şansını kaybetmesiyle, sonrasında yaşanan olaylar arasında bir bağ kurulmuyor.
İktidarın Kürt Sorunu'nu kendi politik çıkarları doğrultusunda araçsallaştırmasından söz edilemiyor.
Akademinin yaşadığı sorunların, bini aşkın "şımarık" akademisyenin, "haddini aşan bir işe" girmeleriyle alakası olmadığından; iktidarın, medya başta olmak üzere diğer alanları elindeki devlet gücüyle dizayn etmesine benzer bir şekilde, üniversiteleri de dizayn etme, onları kendi siyasi çıkarlarına uygun bir şekle sokup, muhalifleri temizleme arzusu içerisinde olduğundan bahsedilemiyor.
Evet, Barış Bildirisi, dönemin en yakıcı gündemine karşı ciddi bir karşı çıkışı temsil ediyordu ve iktidarla bu düzlemde karşı karşıya geldi.
Ancak iktidar, bildiriyi yıllardır üzerinde çalıştığı "üniversiteleri evcilleştirme" çabası açısından bir fırsat olarak da gördü. Her gündemde karşısına dikilen öğrenci hareketini yargı eliyle, akademisyenleri ise artı olarak KHK'lar marifetiyle etkisiz hâle getirmeye çalıştı.
Bu nedenle Malazgirt'i teğet geçen bildiriyi sadece Barış Akademisyenleri'ne yönelik bir utanç belgesi olarak değil, iktidarın üniversiteler üzerindeki operasyonunun bir çıktısı olarak da görmek gerekiyor. Arzu edilen üniversite tipinin ne olduğunu, bu bildiride, ayyuka çıkan kadrolaşma haberlerinde, parayla makale ve tez yazdırmanın normalleşmesinde, iktidarın siyasal gündemini sıkı sıkıya takip eden "akademik" dergilerde, kitaplarda, konferanslarda görebiliyoruz.
Burada karşı karşıya gelen, farklı bildirileri imzalayan 1128 ve 1071 akademisyen değil, iki farklı ve birbirine zıt akademik tahayyüldür. İkinci tahayyül, üniversitenin devletle ilişkisini, devletin orduyla, istihbarat ve emniyet teşkilatlarıyla olan ilişkisinden farklı bir yere konumlandırmıyor. Değişen iktidarlara hemen ayak uydurarak, siyasi erkin ihtiyaç duyduğu "bilimsel" bilgiyi, tarihsel anlatıyı, politik söylemi üretmeyi temel görevi olarak kabul ediyor. Bildiride geçtiği şekliyle "Terörle mücadeleyi sekteye uğratmayı ve ülkemizi karalamayı amaçlayan her türlü kurum, organizasyon ve inisiyatifin karşısında olduğu(nu) ve olmaya devam edeceği(ni) beyan" ediyor. Sadece devlete karşı sorumlu olduğunu düşünüyor. İlk tahayyül ise, bağımsızlaşılması gereken ilk kurumun devlet ve onun uzantıları olduğunu kabul ediyor. Sadece kamuya karşı sorumlu olduğunu ve çalışmalarını kamusal çıkar doğrultusunda yürüttüğüne inanıyor ve bu da beraberinde -doğal olarak- eleştiriyi getiriyor.
Bu bağlamda, Barış Bildirisi'ne imza atan akademisyenlerin, bunun öncesinde ve sonrasında birçok başka eleştirel bildiriye de imza attığını, birçok eylem ve örgütlülüğün içerisinde yer aldığını, çalışmaları nedeniyle birçok baskıya uğradığını unutmamak gerekiyor. Şimdinin iktidar gözdesi İslamcı akademisyenlerinin bazılarının 28 Şubat'ta devletin kendilerinden istediklerini anında yerine getirmiş olduklarını da.
Tartışma programlarına katılan iktidar görevlilerinin öne sürdükleri argümanlardan bir tanesi de hiçbir ülkenin böyle bir bildiriyi kabul etmeyeceği, hepsinin kendi akademisyenlerini benzer şekilde cezalandıracağı. "Dünyada bunun örneği yok" diyorlar, "olamaz da" diye haykırıyorlar.
Oysa, gerçek biraz farklı. Bu konudaki en klişe örnek, Fransa'nın Cezayir savaşına yönelik ağır eleştiriler getiren Sartre'ın cezalandırılmasını isteyen yerli ve milli aydınlara karşı De Gaulle'un "Sartre Fransa'dır" sözü. Eminiz Sartre da bu eleştirileriyle toplumsal vicdanı "yaralamıştır".
Ya da tam da 11 Eylül sonrası, yani halkın en hassas olduğu dönemde, Irak'a giderek savaşı önlemeye çalışan otuz beş ABD'li akademisyen gibi. 2017'de Trump'ın Müslümanlara yönelik ayrımcı politikasını, bir bildiri yayımlayarak, ağır bir dille eleştiren 2200 akademisyen gibi.
İsrail'in işgalci politikalarına karşı eline taş alan Edward Said gibi; on yıllar boyunca ABD emperyalizminin yıkıcı politikalarını eleştiren ve eleştirmeye devam eden Noam Chomsky gibi…
Siyah mücadelesinin simgesi hâline gelen, radikal örgütlenmelerin içerisinde yer alan, 1970'lerde bir komplo sonucu cinayetle suçlanarak hapse atılan, sonrasında üniversitedeki kürsüsüne geri dönen ve mücadelesine kaldığı yerden devam eden Angela Davis gibi.
Ya da Howard Zinn gibi. Otobiyografisine "Hareket Halindeki Bir Trende Tarafsız Olamazsınız" başlığını veren Zinn, akademik hayatına başladığı ilk yıllarda, siyahların hakları için mücadelenin de militanı olur. Siyah ile beyazların eşit hakları olduğu fikrinin kamu vicdanını epey zedelediği böyle bir dönemde siyahlar için mücadele eden Zinn, çalıştığı Atlanta Koleji'nden atılır. Üstelik Zinn'i işten atan yönetici bir siyahtır (yerli ve milli diyebiliriz!).
Sonrasında başka bir kurumda çalışmaya başlayan Zinn, Amerika yerlileri başta olmak üzere, Öteki Amerika'yı oluşturanların gördükleri zulümleri anlatan bir çalışmaya -Amerikan Halklarının Tarihi- imza atarak, devlet aklını rahatsız etmeye devam eder. Vietnam Savaşı başta olmak üzere, birçok olayda tavır almakla kalmaz, eylemleri örgütler, aktif olarak mücadele eder.
Burada mesele, bu devletlerin ultra demokratik olması değil, akademik özgürlüklerin mücadele ederek kazanılması, bir akademik tahayyülün kavga ederek kendisini var etmesidir. Eleştirel düşüncenin neo-liberal üniversite modeli altında susturulmaya çalışıldığı bu ülkelerde üniversiteler, hâlâ eleştirel düşüncenin en önemli isimlerini bünyesinde barındırmaktadır.
Yani, başka ülkelerde de akademisyenlerin kendi devletlerinin eylemlerini ağır bir şekilde eleştirdiği, bunların karşı eylemler örgütledikleri sayısız örnek vardır. Zaten olması gereken budur.
Bizim "akademik memurlar"ımız, bu kadar esip gürlemelerine rağmen, akademik anlamda kabul görmek için ya da Batı'yı içeriden vurmak cinliğini keşfettikleri için sürekli eleştirel isimleri referans gösterir. AKP iktidarını meşrulaştırmak amacıyla yazılan makalelerde Said, Chomsky, Bourdieu, Gramsci, Fanon alıntıları havalarda uçuşur.
Özetle, iki akademik tahayyülden, hedeflenen simgesel rakamı tutturamayanın akademik anlamda değerli olmasının imkânı yoktur. Bu tahayyülden nitelikli çalışmalar, işe yarar araştırmalar beklemek zordur.
Çünkü, işlevi, iktidarı memnun eden görüşler üreten danışmanlardan ve düşünce kuruluşlarından, toz pembe bir ülke kurgulayan iktidar medyasından farklı değildir.
Sabah ya da Star'dan bir gazetecilik başarısı bekleyen var mı?