AKP ile birlikte dönülen bir öz, yeniden sahiplenilen bir yerli ve milli kimlikten söz edemeyiz. AKP’nin ve temsil ettiği kitlenin kapitalizmle iç içe geçmişliği, İslâmcılığın gündelik hayat içerisinde seküler bir itkiyle aldığı yeni bir muhafazakâr kimlik biçimi doğurdu. Bağcılar’la, Çukurambar’ın buluşmadığı yer burası
Hayat pahalılığının herkesin dilinde olduğu, AKP’li kalemşorların bile doğalgaz faturalarından yakındığı bir dönemde iktidar, sözü dönüp dolaşıp yine kültürel meselelere getiriyor. Aslında bu çok doğal. Çünkü AKP’nin sınıfsal ayrım çizgilerini silikleştiren popülist üslubu için kültürel ayrım çizgilerinin belirginleştirilmesi hayati önemde. Böylece, Batı tarafından yönetilen ve kendi milletinden utanan bir avuç elite karşı, yoksulundan zenginine bütün bir muhafazakâr taban sınıfsız ve ayrımsız bir şekilde yerli ve milli cephesine konumlandırılıyor.
Ancak tabii ki gerçeğin bununla bir alakası yok. Bu konuda son dönem ilgimi çeken iki çalışmadan bahsetmek isterim. Birincisi, BBC Türkçe’nin Bağcılar’da muhafazakâr bir ailenin evine konuk olduğu videosu. Diğeri ise Aksu Akçaoğlu’nun Ankara’nın Çukurambar semtinde gerçekleştirdiği etnografik çalışmasının çıktısı olan “Zarif ve Dinen Makbul: Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu” (İletişim Yayınları, 2018) başlıklı kitabı.
BBC Türkçe’nin videosunda, eşinin maaşının yetmediği yerde çalışmak durumunda kalan, çocuklarını evlendirdiği için yüklü borçların altına giren, temel gündemi pazar fiyatları olan, akrabaları ve komşularıyla belli bir dayanışma ilişkisi içerisinde hayatını idame ettirebilen ve inancını geleneksel bir şekilde yaşamaya çalışan mütedeyyin bir kadını dinliyoruz. Akçaoğlu’nun kitabında ise, iyi okullarda okumuş, mezun olduktan sonra aile şirketlerinin (çoğunluğu tabii ki inşaat) başına geçmiş, siyasetçilerle iyi ilişkiler geliştirmiş, kültürel olarak kendilerine yakın olan insanların uzun seneler önce oluşturduğu muhitler yerine, yeni baştan inşa edilen ve sembolik iktidarını muhafazakârlığın oluşturduğu Çukurambar’daki lüks sitelerde oturmayı tercih eden insanların yaşamlarına şahit oluyoruz.
Bu iki çalışmanın bize söylediği, sınıfsız, kaynaşmış bir muhafazakâr kitlenin (tabii ki) olmamasının yanında kültürel olarak aynı habitus’ları paylaşan yekpare bir muhafazakârlığın da olmadığı. Tek bir özsel kaynağa dayanan, toplumsal ilişkilerden azade bir muhafazakârlığın imkânsızlığı bu durumu yaratan en büyük etken. Ancak, bu çevrenin içerisindeki sınıfsal çelişkilerin, AKP döneminde devasa boyutlara ulaştığını ve AKP’nin kendi tabanı nezdinde bu çelişkileri doğallaştırmayı başardığını da not etmek gerekiyor.
Örneğin, 1994 yılında Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan’ın, İstanbul Sheraton Otel’de kızı için yaptığı görkemli düğün, partililer tarafından yoğun şekilde eleştirilebiliyordu. Ya da Erbakan’ın her fırsatta hacca gitmesi, partili bir kadın tarafından şu sözlerle karşılanabiliyordu: “İnsan kaç kere [hacca] gitmek zorunda? Neyi göstermeye çalışıyor -bizden daha iyi bir Müslüman olduğunu mu? Gittiği zaman bir de bütün maiyetini, ailesini götürüyor, bir keresinde torununu bile götürmüştü. Bebeğin hacda işi ne? Bunun kaç para tuttuğunu biliyor musunuz? O parayla yapabileceği çok daha iyi şeyler vardı. Mesela yoksullara yardım edebilirdi” (Jenny B. White, “İslamcılığın Açmazları”, Kültür Fragmanları, der. Deniz Kandiyoti, Ayşe Saktanber, Metis Yayınları, 2003). 1990’ların sonunda ise, Fazilet Partisi mitinglerinde, Mesut Yılmaz’ın düzenlediği şaşaalı resepsiyonların görüntüleri, sokak çocuklarının görüntüleriyle birlikte izlettirilip, dakikalarca yuhalatılıyordu.
Bugün ise, muhafazakârlığın içerisindeki zenginlik hem geniş bir tabana yayılmış, hem de geçmişle mukayese edilemeyecek derecede büyümüştür. Artık, Erdoğan’ın, örnekleri saymakla bitmeyecek, gösterişli davetleri kendi tabanı tarafından eleştirilmezken, bu cenahtaki toplam zenginlik de bir rahatsızlık yaratmıyor. Aksine, yoksul kalmış insanlar suçu kendilerinde arıyor. İslâmcılığın kapitalizm karşısındaki bütün süngülerini indirip, kapitalizme abdest aldırdığı “post-İslâmizm” çağında (Tayfun Atay, Parti, Cemaat, Tarikat, Can Yayınları, 2017), üstelik kendi partin iktidardayken, zengin olamamak ancak beceriksizlikle açıklanabiliyor.
Bütün toplumu İslâmî şartlara göre düzenlemek için yola çıkılan büyük cihat, böylelikle, Müslümanın kendi nefsine karşı verdiği mücadeleyle sınırlandırılıyor (Akçaoğlu). Toplumsal tahayyüller hayalperestlikle damgalanıp, bireysel tahayyüller en başa yerleştiriliyor. Bu nedenle, toplumsal mücadeleden, bireyin günlük amellerine kadar gerileyen İslâmcılığın içerisine dâhil olabilmek için geçmişte olduğu gibi, büyük fedakârlıklar yapmak, yaşamını sıkı sıkıya hizaya sokmak, bir cemaat içerisinde örnek bir mümin olmak gerekmiyor; sadece AKP’li olmak yeterli oluyor. Siyasi ağın içerisine dahil olmanın, karakterinizin neredeyse her gün sınandığı “şuurlu Müslüman” günlerinin yerini alması, size gündelik hayatınızda daha “rahat” olma şansını tanıyor.
Akçaoğlu’nun, 1967 yılında İslâmcılar tarafından kurulan Akevler Kooperatifi ile günümüzün Çukurambar’ını karşılaştırdığı bölüm bu açıdan oldukça önemli: “Akevler, toplumsal hayatın dinen kusurlu ilişkilerinden bir soyutlamayken, muhafazakâr orta sınıfların Çukurambar’daki piyasa temelli sosyo-mekansal örgütlenmesi, toplumsal hayat karşısındaki muhafazakâr eleştirel tavrın buharlaşmasını sembolize ediyor”.
Milli Görüş’ün “Adil Düzen” sloganında cisimleşen bu eleştirel tavrın buharlaştığı yerde, üst-orta sınıf muhafazakârların kaygıları farklılaşma, hazza yönelme, estetikleşme ve maddileşme şeklinde karşımıza çıkıyor. Son yıllarda sayıları artan tesettür moda dergileri, geçmişte sınıfsal farkları gizlemeyi amaçlayan bu giyim tarzının, günümüzde tam da sınıfsal farkları belirginleştirmesine yardımcı oluyor.
Benzer bir şekilde, muhafazakâr erkekler, iş-dışı saatlerini spor salonlarında vücut yapmakla ya da formunu korumaya çalışmakla geçiriyor.
İmam Hatipler bir sembol haline getirilirken, üst-orta sınıf muhafazakârlar çocuklarını özel okullara göndermeyi tercih ediyor. Cemaat ve tarikatlara katılım yoksullarda daha yaygınken, üst-orta sınıflar, dini konularda kendi başlarına ilerlemeyi seçiyor.
Kültürel tüketim konusunda ise, aslında pek de merak uyandırmayan Diriliş Ertuğrul gibi yapımların sosyal medyada reklamı yapılırken, evde Breaking Bad, The Walking Dead gibi “kültürel emperyalizmin ürünleri” tüketiliyor. Sınıfsal semboller de burada önem kazanıyor. Çukurambar’da oturmanın, mantıki gerekçelerinin yanında, sembolik değeri baskın hale geliyor. Aynı şekilde, Kuruçeşme’deki Huqqa’ya, lüks arabayla gidip, alkolsüz mojitoya dünyanın parasını vermek de, sembolik ihtiyaçların dini teamüllerin önüne geçtiğini gösteriyor.
Ancak bunun yanında ülkenin ahlaki olarak çöküş içerisinde olduğu, mütedeyyin çevrenin kültürel bir yabancılaşma içerisine girdiği, artık başörtüsü takmanın gerçek anlamını kaybettiği gibi eleştiriler de eksik olmuyor üst-orta sınıf muhafazakârlarda. Eleştirilerin toplumsal bir sorumluluk yüklemeyip, bireyi bağladığı böyle bir dönemde yapılan bu eleştiriler, herkesin kendi bireyselliğini kolladığı, kendisini akladığı, bir tür iç rahatlatma seansı işlevi görüyor aslında.
Özetle, AKP ile birlikte dönülen bir öz, yeniden sahiplenilen bir yerli ve milli kimlikten söz edemeyiz. Akçaoğlu’nun nitelikli çalışmasının bize gösterdiği gibi, karşımıza çıkan, AKP’nin ve temsil ettiği kitlenin kapitalizmle olan iç içe geçmişliğinin ve bunun sonucunda İslâmcılığın gündelik hayat içerisinde seküler bir itkiyle aldığı yeni biçimin doğurduğu muhafazakâr kimliklerdir. Bağcılar’la, Çukurambar’ın buluşmadığı yer tam da burasıdır. Kendi yaşamını bir başarı hikâyesi olarak kodlayan Çukurambarlı’yla, “benim iki kişilik aile olarak borçlarım var. Düşün 6 kişilik bir aile ne yapıyor?" diye dert edinen Bağcılar’daki emekçi kadın aynı gemide değildir.
Umut ise, emekçilerin bunun farkına varma ihtimalindedir.