Her seçim döneminde olduğu gibi, bu seçim döneminde de “Hakikat Sonrası” (post-truth) kavramının dolaşımı artmaya başladı. Mevlüt Çavuşoğlu’nun Nilüfer ve Çankaya’yı, Bursa ve Ankara’nın en geri kalmış ilçeleri ilan etmesinden, en yetkili ağızdan yapılan, “filan şehirde ilk üniversiteyi biz açtık” açıklamalarına, oradan bütün muhaliflerin terörist ilan edilip, hepsinin Kandil ve Pensilvanya’dan yönetildiğinin iddia edilmesine kadar birçok olay, kavrama olan bu ilginin çok da garip olmadığını gösteriyor.
Ancak, kavramın böylesine her şeyi açıklama kudretini nereden aldığı, bu konuda gerçekten başarılı olup olmadığı ve içerisinde, tam da iddia sahibi olduğu alana dair bir tehlike barındırıp barındırmadığı da tartışılmayı hak ediyor.
Bu hafta biraz bunun üzerine gidelim derim.
Post-truth, bilindiği gibi, 2016 yılında Oxford Sözlük Kurulu tarafından yılın kelimesi seçildi. Sözlük, kavramı şu şekilde tanımlıyor: “nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede, duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu”.
Aslında kavramın tarihi daha eskilere dayanıyor. 1992 yılında Amerikalı oyun yazarı Steve Tesich, The Nation dergisindeki bir yazısıyla kavramı ortaya atan kişi oluyor, ancak bunu, “gerçeğin ortaya çıkmasından sonrası”nı tanımlamak için kullanıyor. Kavramın günümüzdeki anlamına yakın kullanılması ve yaygınlaşması ise Ralph Reyes’in Hakikat Sonrası Çağ (çev. Deniz Özçetin, Delidolu Kitap, 2017) kitabının 2004 yılında yayımlanması ile oluyor. Ancak Reyes de kitabında, daha çok kişilerarası iletişim, akademi ve gazetecilik gibi alanlarda yalanın işlevini konu ediniyor.
Hakikat-Sonrası’nın günümüzdeki anlamına kavuşmasında ve bir anda büyük bir ilgi toplamasında iki etken öne çıkıyor: popülizm ve sosyal medya. Donald Trump başta olmak üzere, otoriterlik, dini söylemlere yaslanma, göçmen düşmanlığı, elitlere karşı mücadele etme ve halkın kendi kişiliğinde simgeleşmesi gibi ortak paydalarda buluşan sağ popülist liderlerin, akla mantığa aykırı seçim zaferleri ve bu zafere giderken kullandıkları söylemlerin, ürettikleri propagandif içeriklerin düpedüz yalana dayanması, bu garabeti açıklama gayretinde kavramı güçlendiren bir olgu oluyor.
İkinci olarak ise, herkesin enformasyona anında eriştiği, buna karşılık verebildiği ya da bizzat kendisinin içerik üretebildiği, bunun yanında manipülasyon ve dezenformasyon konusunda da bir hayli bereketli olan, sosyal medyanın yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanması da kavramı bu seviyeye getiriyor. Böylece sosyal medya, hakikatin istenildiği kadar eğilip bükülebildiği, yalanın sonsuz sayıda çoğaltılabildiği, profesyonel troll ordularıyla alternatif gerçeklerin yaratılabildiği kaygan bir zemin olarak tarif edilirken, irrasyonel siyasi sonuçlar da bunun bir çıktısı olarak okunuyor. Büyük-anlatıların sonunu ve 1789’da açılan parantezin 1991’de (bir daha açılmamak üzere) kapandığını ilan eden liberal ve teknokrat zihin, Hakikat Sonrası kavramıyla ideoloji, sağ popülizm ile faşizm arasında bir analoji kurulmasından bu şekilde kaçınmaya çalışıyor.
Hakikat Sonrası’nın arkasındaki söylemin bize anlattığına göre, yalanın geçer akçe olmadığı dönemlerde, siyaset, öznelerin müdahalesinden azade, verili bir şekilde bir yerde bulunuyordu. Bugünün tehlikesi ise bu saf hakikatin kaybedilmesi oluyor. Gelişen teknolojiyle birlikte toplumsal olanın sayısallaştırılabildiği, bu sayede yapılması gerekenlerin açık bir şekilde tanımlanabildiği, yani siyasetin teknikleştiği bir dönemde, rasyonel kararlar vermek yerine duygusal ve ideolojik saplantılar doğrultusunda gitmek, teknokrat kamp tarafından ekonomi politik nedenlerle değil, sosyal medyanın en büyük fail olduğu, yalanın yaygınlaşması argümanıyla açıklanmaya çalışılıyor. Çözüm ise, yalanla mücadele etmek ve sosyal medyada üretilen enformasyonun doğruluğunu sürekli bir şekilde kontrol etmek olarak sunuluyor.
Oysa, ideoloji üzerine yazılmış geniş bir literatür, bugünü anlamamıza daha fazla yardımcı oluyor. Bu çalışmalar bize, hakikatin orada bir yerde, bulunmaya hazır bir şekilde bizi beklemediğini, hakikatin bir mücadele sonucunda hakikat olarak kabul ettirilebileceğini söylüyor. Sınıflar arasındaki ideolojik mücadele “anlam” üzerindeki bir mücadele anlamına geliyor ve burada bir tarafı ideolojik açıdan güçlü kılan şey, sosyal medyada ne kadar etkin olduğu değil, maddi dünyada ne kadar güce sahip olduğu oluyor. Hakikatin inşa edilmediğini, kaybedilme tehlikesi altındaki bir kutsal varlık olduğunu söylemek ve egemen ideolojiyi doğallaştırmak, sınıflar arası ideolojik mücadelede tam da egemenlerin safında konumlanmak anlamına geliyor.
Tıpkı, ana akım medyanın tarafsızlık söyleminin bizzat tarafgirliğin gücünü arttırmak için kullanılıyor olması gibi.
Bu anlamda, sağ popülist siyasetin hakikatle olan ilişkisi, faşistlerinkiyle birçok noktada örtüşüyor:
“Popülistlerin ampirik bir gözlem yapmak gibi bir dertleri de yoktur, bunun yerine ilgilerini gerçekliğin kendi ideolojilerinin çeşitli gerekleri doğrultusunda gözden geçirilmesine ya da yeniden kurgulanmasına yöneltirler. Popülist rüyalar aleminde yaşayan liderler, rejimler ve taraftarlar, beğenmedikleri her şeyi medyanın yalanları; halka, lidere ve ülkeye karşı düzenlenmiş iç ve dış komplolar olarak teşhir ederler. Popülizm işte tam olarak bu noktada doğrudan doğruya, faşizmin, hakikati ampirik olarak saptamayı reddetme şeklindeki klasik tavrıyla buluşur.” (Federico Finchelstein, Faşizmden Popülizme, çev. Ali Karatay, İletişim Yay., 2019)
Finchelstein’ın açıkladığı gibi, popülizm 21. yüzyıla has bir siyaset tarzı değildir. Faşist rejimlerin yıkılmasının hemen ardından, faşizmin yeniden formüle edilmesinden doğmuş, otoriter bir demokrasi şeklidir. Enzo Traverso’nun post-faşizm olarak andığı popülist rejimler, demokratik formlara ve teamüllere karşı bir taarruz halinde olsalar da bu taarruzu mümkün kılan ve demokrasiye karşı ellerini güçlendiren şey seçimlerdir. Bu nedenle seçimlerden vazgeçemezler, ancak bu süreçte faşizmle benzer yöntemleri kullanırlar. Hannah Arendt’in (Formasyon, Sürgün, Totalitarizm: Anlama Denemeleri 1930-1954, çev. İbrahim Yıldız, 2018) vurguladığı gibi “o zamana kadar sadece yalan olarak ifade edilebilecek olanı doğru yapan” faşizmle günümüzün popülizmi arasında, yalan ve onun siyasi kullanımı konusunda sıkı bir kardeşlik vardır.
Peki, Hakikat Sonrası kavramını güçlü kılan yeni medya teknolojileri neyi değiştirmiştir? İlk olarak, yeni medyada içerik paylaşımının yaygınlaşmış biçimi hakikat konusunda bir sıkıntı yaratmaktadır. Gazeteciliğin derinlemesine araştırma, haberi kaynaklarla güçlendirme, etik bir çerçeve içerisinde kalma gibi ilkeleri internetin dayattığı hız nedeniyle arka plana atılmıştır. Haberlerin dakikalar içerisinde eskidiği bir ortamda, araştırmak değil hemen yayımlamak önemlidir. Bu da dolaşıma sokulan içeriklere yönelik bir güvensizlik doğurmuştur.
İkincisi, yeni medyanın epistemolojik etkisi, enformasyona ulaşma, onu işleme ve anlamlı bir bilgiye dönüştürme, bunun etkilerini sürdürebilme ve bunu pratiğe dökebilme yetilerini ciddi oranda zayıflatmaktadır. Bir iddia ya da siyasi tartışma üzerinde uzun uzun harcanacak bir zaman yoktur. Haberin doğruluğunu araştırmaya harcanacak süre boyunca, önümüze yüzlerce yeni haber gelecektir. Enformasyon bolluğu, daha fazla bilme değil, daha eksik bir bilmeyi beraberinde getirmektedir.
Üçüncüsü, herkesin benzerine kulak kesildiğini anlatan yankı odası kavramının gösterdiği gibi, kendi siyasi kampının yalanıyla karşılaşan bir kimsenin, bunun doğru olmadığını kanıtlayan içeriklere ulaşım şansı oldukça azdır (ki Stuart Hall’a başvurarak söylersek, bu kişi kendi kampının haberini “egemen”, karşıtlarının kanıtlarını ise “muhalif” kalıplarla okuyacaktır).
Son olarak, yeni medyanın yarattığı demokratikleşme algısının beklenileni vermemesinin ters etkisinden de söz edilebilir. Herkesin kendi sözünü yayabileceği, geçmiş iletişim teknolojilerinin aksine kullanıcılara da konuşma imkânı veren, hatta yakın bir zamanda dünyanın dört bir yanında gerçekleşen isyanların temel itici gücü olarak kodlanan sosyal medya, bir anda tam tersi etkileriyle konuşulur olmuştur. Bunun nedeni, sosyal medyaya olduğundan büyük rollerin biçilmesidir. Twitter’da paylaştığımız doğru ve nitelikli bir haberin, A Haber’in paylaştığı yalan bir haberden daha değerli görülmesi için hiçbir sebep yok çünkü. İdeolojik olarak daha etkili olan büyük konvansiyonel basındır, siyasetçilerdir, popülist liderdir hâlâ… 2013 yılında ise Twitter mecrasının sokaktan doğru şekillendiğini söylemeye gerek yoktur herhâlde.
Hakikatin inşa edilmesi, anlam üzerinde kavga verilmesi, insanların saçmalık düzeyindeki anlatımlara inanması, toplumsal hayatta bir karşılığı olmayan yalanların siyasette maddi karşılıklarının pekâlâ olması günümüze özel şeyler değil. Bunlar geçmişin siyasetinde olduğu kadar, bugünün siyasetinde de önemli bir yer tutan olgular. Sosyal medyanın varlığı, bu olguların özünü değiştirecek nitelikte değil henüz. Ortaya çıkan en büyük fark, 1920’lerin İtalya’sında “Mussolini geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek konusunda her zaman haklıdır” (Federico Finchelstein, “Truth, Mythology and the Fascist Unconscious”, Constellations, V: 23, 2016) diyen sıradan insanların kısıtlı bir çevreyle yetinmesine karşılık bugünün, başka bir lider hakkında, aynı fikirdeki insanlarının bu düşüncelerini gece gündüz sosyal medyadan yazabilmesi, yani yalanın sahiplenilmesinin hiç göremediğimiz kadar görünür olması ve yalan üreticilerinin hiç olmadığı kadar çoğalması.
Hakikat Sonrası kavramının sosyal medyaya yaptığı aşırı vurgu, insanlığın yüz yüze kaldığı siyasi tehlikelerin faillerinin gözlerden saklanması; örgütlü ırkçılığın, homofobinin, kadın düşmanlığının doğallaştırılması gibi sonuçlar yaratabilir. Bunun dışında, “karısıyla konuşmamak için 62 yıl sağır dilsiz taklidi yapan adam” yalan haberiyle, bir cumhurbaşkanının toplumun yarısını terörist ilan etmesini aynı bağlamda değerlendiren bir kavram, siyaset açısından çok da kullanışlı değildir.