“Hakikat ile yanılgının tam ortasında bulunan nokta da yanılgıdır.”
(Lee McIntyre)
Geçtiğimiz hafta yine fantastik olaylar yaşadık. İmamoğlu’nun, bir televizyon programında yaptığı açıklamaların montajlanması üzerinden bir esnafla yaşadığı tartışmaların da montajlanmasıyla kendimizi “esnaf tokatlama” tartışmasının içerisinde bulduk. Yalanlar o kadar bariz ve art arda şekilde kurgulanıyordu ki, sakinliğiyle anılan İmamoğlu’nun bile sakin kalmakta zorlandığı görüldü.
Evet, uydurma haberler, kurgulanmış görüntüler, “fotoşok”lanmış fotoğraflar yaşadığımız çağın bir gerçeği. Bu çağ da post-truth (hakikat sonrası) çağı olarak adlandırılıyor. Ancak bu kavramın altının teorik olarak dolu olduğunu söylemek Gllskdmzor. Olmakta olan birçok şeyi aynı anda açıklama iddiasındaki bir anahtar olarak kavram, Brexit, Trump’ın seçilmesi ve sosyal medyanın yükselişi ile birlikte bir milat olarak kodlanıyor. Yaşadığımız şeyin oldukça özgün olduğu söyleniyor ve bunun tarihsel bağlantılarının araştırılması pek tercih edilmiyor. Hâl böyle olunca, birçok şeyi aynı anda açıklaması beklenen post-truth pek bir şeyi açıklayamayan, sinik zihnin elverişsiz bir cevabı olarak elimizde kalıyor.
Lee McIntyre’nin Hakikat Sonrası (Tellekt, 2019) başlıklı çalışması bu çerçevenin dışına çıkarak, hakikat sonrasının kökenlerini araştıran, hakikatin değerini kaybetmesinin güncele sıkışan bir sorun olmadığını iddia eden ve hakikate karşı açılan savaşın politik-ekonomik saiklerini ortaya koyan nitelikli bir eser.
McIntyre, henüz kitabın başında net bir tablo çiziyor. Hakikat sonrası olarak anılan dönemin belli başlı semptomlarının 20. yüzyıl siyasetinde, bilim inkârcılığında ve medya pratiklerinde görülebileceğini, bu anlamda Trump’ın hakikat sonrasının bir nedeni değil sonucu, sosyal medyanın ise bunun aracı olduğunu öne sürüyor. Her ikisinin de yalanın yayılması ve meşrulaşması noktasında önemli işlevleri olmuş olsa da, onlara hak ettiklerinden fazla bir rolün biçilmesinin, yaşanmakta olanları anlama konusunda sorunlar yaratacağını söylüyor.
Yanlış eşdeğerlik
McIntyre, hakikate karşı açılan savaşta, bilim inkârcılığının önemli bir cephe olduğunu vurguluyor. 1950’lerde, sigaranın insan sağlığına zararlarını ortaya koyan bilimsel çalışmaların gözden düşürülmesi için sigara şirketlerinin başlattığı kampanyaları örnek veriyor. Şirketlerin amacı, bilimsel çalışmaların kesin bir gerçeği barındırmadığı, bunların karşısında başka çalışmaların da yer aldığı ve ortada bir belirsizliğin olduğu algısını yaratmak. Zaman içerisinde bu kampanyalar ayyuka çıksa da yarattıkları algılar ayakta kalmaya, insanları etkilemeye devam ediyor. Ta ki 1998 yılında Tütün Sanayisi Araştırma Komisyonu’nun devamı niteliğindeki kurumun kapatılmasına dek. Ancak tam da bu dönemde, iklim değişikliği ve küresel ısınmanın bilim adamlarının bir abartması olduğu algısını yaratmak için petrol şirketleri bir araya geliyor. Hakikatle savaş devam ediyor. Trump, küresel ısınmanın bir şaka olduğunu söyleyerek bu savaşa destek veriyor.
McIntyre, geleneksel medyanın nesnellik şiarının hakikatin değerine karşı girişilen savaşta, egemenler lehine, oldukça elverişli bir söylem olduğunu savunuyor. Örneğin, küresel ısınmanın gezegen için acil bir tehlike olup olmadığını tartışmak için iki tarafa da eşit süre veren, her iki tarafın argümanlarını dengeli bir şekilde aktaran medyanın, böyle yaparak hakikatin ortaya çıkmasına fırsat tanımadığını, tam tersine, hakikate savaş açanların saçma sapan argümanlarını meşrulaştırdığına dikkat çekiyor. Yanlış eşdeğerlik burada önemli bir kavram. Ülkemiz tartışma programlarında, KHK’lardan İstanbul seçimlerinin gasp edilmesine dek birçok aleni meselenin, karşı karşıya oturtulmuş taraflar arasındaki tartışmalarda nasıl da belirsizleştirildiğini hepimiz biliyoruz. Ya da teyit.org’un ezan ıslıklanması iddiasını teyit etmesi olayında gördüğümüz gibi, bu tip yanlış eşdeğerlikler gerçekdışı, kurgu ve uydurma olanın daha meşru bir zemine taşınmasını (istemeyerek veya kasten) sağlıyor.
“Hakikat-sonrası” ile nasıl mücadele etmeli?
“Hakikat sonrası fikrine dair çarpıcı olan şey sadece hakikate meydan okunması değil, hakikate siyasal hakimiyet kurmanın bir mekanizması olarak meydan okunmasıdır. İşte bu yüzden, hakikat sonrası fikrine dair esasen bilinmesi gerekenleri kavrayacaksak eğer, siyasetten imtina etmememiz gerekir” diyor McIntyre. Bunu, hakikatin, siyasetten bağımsız bir şekilde, orada bir yerde olduğunu, gazeteciliğin aşırı politikleşmesinin hakikat sonrasını yarattığını, nesnel bir zeminde hakikatin yanında durarak buna karşı savaşılabileceğini savlayan liberal zihnin bir eleştirisi olarak okuyabiliriz. Hakikati işaret etmenin bile tek başına politik bir eylem anlamına geldiği ve bunun bedelinin hızlıca ödetildiği bir ülkede, bunu uzun uzun tartışmaya gerek yok sanırım (Rabia Naz olayını hatırlayalım).
Peki hakikat sonrasıyla nasıl mücadele etmeli? McIntyre, bunun için öncelikle araştırmacı gazetecilik faaliyetini yürütmekte kararlı, delillere dayalı ve kontrolden geçmiş haberler üreten kurumların desteklenmesi gerektiğini belirtiyor. Burada itibar önemli. İtibar sahibi haber kurumlarının olmadığı yerlerde, bunu yaratmanın yollarını aramak gerekiyor.
İkinci olarak McIntyre, eleştirel düşüncenin geliştirilmesi gerektiğini savunuyor. Sadece eleştirel bir medya okuryazarlığı değil, her alanda eleştirelliğin güçlendirilmesi gerekiyor. Üçüncü olarak ise, başta sosyal medya olmak üzere her mecrada yalanla mücadelenin sürdürülmesi, hakikatin savunulması elzem. Sosyal medya kimi yapısal özellikleri nedeniyle yalanın üretilmesine ve yayılmasına elverişli olsa da tam tersine olanak sağladığı da unutulmamalı.
McIntyre’in dediği gibi, “araçlarımız bize karşı silah olarak kullanılıyorsa, gelin onları geri alalım”.