Fransa’nın Sarı Yelekliler’inin sıkça konuşulduğu bugünlerde Twitter’da karşıma şöyle bir tweet çıktı: “az önce istanbul’da sarı yelikliler konulu söyleşi çağrısı gördüm. bakın daha fransızlar fransa’da konu ile ilgili söyleşi yapmış değiller. way arkadaş ne ahkam kesme meraklısı bir topluluk”.
İki bin küsur beğeni ve retweet alan ve kendisini solda konumlandırdığı açık olan bir profil tarafından yazılan bu gönderi, ne toplantıyı düzenleyen kurum hakkında, ne de konuşmacının kim olduğu hakkında herhangi bir bilgi vermeden, bir merak içermeden, toptan bir şekilde etkinliği “eleştiriyordu”. Amacı ne Sarı Yelekliler üzerinden başlayan tartışmalara katkı sunmak, ne bu mücadelenin içeriğine dair bilgi aktarmak, ne de toplantının düzenleniş şekline bir şerh koymaktı. Sadece, bir “laf çakma” fırsatını değerlendirerek, sosyal medyada gittikçe yaygınlaşan sinik söylemi paylaşıyordu.
Hemen bunun ardından gördüğüm Enver Aysever ve Özgür Demirtaş atışması da, aslında bu tweet’ten pek farklı değildi. Aysever, “kestirmeci” bir dille Demirtaş’ın liberalliğine saldırıyor, Demirtaş’ın buna cevabı ise “Enver Aysever kim?” oluyordu. Yazar Pelin Buzluk ise daha yeni dâhil olduğu bu ortam hakkında şaşkınlığını gizleyemiyordu: “Bir aydır twitter kullanıyorum. Şöyle bir izlenim edindim: Adı sanı belli, profilinde kendi fotoğrafını kullanan kişilere, kim olduğu hiçbir şekilde belli olmayan kişilerce sürekli küfrediliyor. Konunun ne olduğu hiç önemli değil.”
Bu örneklerin, haddinden fazla, çoğaltılabilmesi, genelde sosyal medya, özelde ise Twitter’ın tartış(a)ma(ma) ortamı hakkında bize bir şeyler söylüyor sanırım.
Genel bir bakışla gördüğümüz ilk şey, siyasetin, ekonominin, edebiyatın, akademik meselelerin sıkça konu edinildiği, bu alanlardan önemli isimlerin katılımcı olarak bulunduğu bir mecra olan Twitter’da derinlemesine araştırılmış, kaynaklarla güçlendirilmiş, sınanmış argümanlarla örülü tartışmalar yerine, anlık kestirimlerden, karşı tarafı gücendirecek laf çakmalardan, bel altı vurmalardan oluşan bir kakofoninin ortama hakim olduğu. Hal böyle olunca ortada eleştiri adını hak edecek herhangi bir şey de kalmıyor. (Altını çizerek belirtmek gerekir ki, Twitter’ı, bu yazıdaki değerlendirmelere girmeyecek şekilde kullanan çok sayıda insan var. Burada sadece genel bir eğilim eleştiri konusu edilmekte.)
Aslında bunu yaratan temel etken, genellikle kullanıcıların bir konuyu gerçekten ihtiyaç duyup tartışmaya açması ya da eleştirmesi yerine, sosyal medyadaki benlik inşalarının bir unsuru olarak birtakım alanları hedef alması. Instagram’da art arda fotoğraf paylaşarak sosyal ödül olarak beğeninin peşinde koşmanın Twitter’daki karşılığı “iyi laf çakan” ya da insanların bam teline dokunan tweetler ve ardından gelen etkileşimler oluyor. Kurgulanan bir tweet tutmazsa, bir sonraki deneniyor, sonra bir sonraki. Şansın sonsuz oranda denenebildiği böyle bir ortamda, bin rt/beğeninin üstüne çıkmak ve görünür olabilmek her kullanıcının hayali oluyor ve bu amaçla her tür içerik, değer, olay kullanılabilir/çarpıtılabilir kılınıyor.
Bu nedenle, Twitter’da yaratılan bir tartışmanın ya da ortaya atılan bir eleştirinin özgül değerini, içerdiklerinin ağırlığı, gerçeğe yakınlığı, mantığa uygunluğu değil, aldığı rt/beğeni sayısı belirliyor. Örneğin, bir kitabın çevirisi üzerine yapılan bir tartışmada, kimin ne dediği, çeviride ne kadar usta olduğu, dediklerinin karşılığının olup olmadığı, aldığı etkileşimden önemsiz hale geliyor. Bütün bunların sonucu olarak da, bir Twitter kullanıcısı, belli bir zaman içerisinde, bütüncül ve tutarlı eleştiri geliştirmek yerine, tek tek olaylardan çıkmış, reaksiyoner ve kendisinden önce ve sonra geleni güçlendirmeyen gündelik atışmaların üreticisi konumunda kalıyor.
Bunun yanı sıra, bu tarzı benimseyen kullanıcıların hesap verebilirlik tutumundan da uzak olduğunu söylemek gerek. Yazdıklarına ciddi bir argümanla cevap verildiğinde, bu cevap görmezden geliniyor; çürütülen görüşlerini düzeltmek ya da daha ayrıntılı bir şekilde savunmak gibi bir ihtiyaç hissedilmiyor. Çünkü gösteri halihazırda oluşturulmuş ve amacına ulaşmış oluyor. Guy Debord’un (“Gösteri Toplumu”, Ayrıntı Yayınları, 2006) dediği gibi “gösteri, olmak üzere olana dair cehaleti ve hemen ertesinde, her şeye rağmen anlaşılmış her ne varsa onun unutuluşunu mükemmel bir beceriyle” düzenliyor ve bir tweet, dünü ya da yarını olmayan bir “şimdiki an”da var olup, yerini hızlıca bir sonrakine devrediyor.
Yazılanlara cevap verilmesinden bahsettik, ancak bu alanın da çok verimli olduğunu söylemek zor. Sadece birbirine benzer insanların birbirlerini takip ettiklerini işaret eden “yankı odası” kavramı burada oldukça işler vaziyette. Karşıt görüşten kullanıcıların hakaret dolu cevaplarını saymazsak, en apolitik içerikler bile, kullanıcının çevresinde oluşan küme tarafından cevaplanıyor. Belli espriler bu kümeler içerisinde sürekli tekrar ediliyor, “laf çakma”lar bu küme üyeleri tarafından coşkuyla (random gülüşlerle) karşılanıyor ve rt/beğeni mekanizmasıyla reytinglendiriliyor.
Aslında bu sosyal medyanın bize dayattığı ritme de gayet uygun. Çünkü, “iletişim en yüksek hızına, aynı olanlar birbirine cevap verdiğinde, aynıların zincirleme reaksiyonu oluştuğunda ulaşır. ‘Ötekiliğin’, ‘yabancılığı’n olumsuzluğu ya da ötekinin dirençliliği aynıların pürüzsüz iletişimini bozar ve geciktirir” (Byung Chul Han, “Şeffaflık Toplumu”, Metis Kitap, 2017).
İletişimin bu yeknesak yapısının korunmasında ise buyur edilmiş fikirlerin önemi büyük. İki tarafça da bilinen adreslerin tarif edilmesi şeklinde özetleyebileceğimiz buyur edilmiş fikirler, tam da bir Twitter kullanıcısının, takipçilerinin (ve potansiyel takipçilerinin) duymak isteyeceği şeyleri, duymak isteyeceği şekilde söylemesiyle karşımıza çıkıyor.
Sosyal medya mecralarındaki bu kümelenmeler, belli bir aynılaşmaya da yol açıyor aynı zamanda. Twitter’da karşımıza çıkan anonim hesap çılgınlığı, kimliğini gizleyerek bütün kullanıcılarla muhatap olabilme avantajı sağlamasının yanı sıra, açık kimliğin dışında ifşa edebileceklerinin sınırlarını göstermesi açısından da garip bir örnek sunuyor. Yüzünü, adını ve soyadını gizleyen kullanıcı; hayatının bunların dışında kalan bütün bölümünü (izlediği dizi, gittiği mekan, giydiği kıyafet, sürdüğü oje, arkadaşlarıyla yaptığı Whatsapp sohbeti) ısrarlı bir şekilde teşhir ediyor.
Ancak bu teşhir şekillerinin de, tweet içeriklerinin de, hatta kurgulanan sanal benliklerin de bir aynılaşma içerisinde olduğunu söylemek gerekiyor. Bu “aynı”yı belirleyen de anonim Twitter kullanıcılarının tercihleri değil, “kültür üreticileri”nin (youtuber’lardan, sosyal medya fenomenlerine, popüler kültür dergilerine kadar) ürünleri oluyor.
Bu aynılaşmanın politik alana yansıması ise yazının başında belirttiğimiz gibi, sinizm... Her şeyle, her değerle dalga geçilebilen bir ortam olarak günümüz Twitter’ı, Gezi’nin damgasını vurduğu 2013’tekinden oldukça farklı bir görünüm arz ediyor. Bunda şüphesiz, içerisinde bulunduğumuz duygu yapısının yenilmişlikle sarmalanmasının payı çok büyük. Karel Kosik’in söylediği gibi, “kısa şok anlarından sonra gündeliklik, istisna haline baskın geliyor. Ancak bu yeni gündeliklik, egemenin paradigmasıyla değişime uğramış, muhalefetin yontulduğu bir gündeliklik oluyor” (“Somutun Diyalektiği”, Yordam Kitap, 2015).
Yeni gündelikliğin baskın ruh hali ise sinizm. Mesafenin tamamen ortadan kalktığı, teklifsizliğin geçer akçe olduğu, her değerin ve kutsalın dalga konusu edildiği böyle bir ortamda ilk kaybettiğimiz şey nezaket oluyor.
Üstelik bu sinik yöntem, farkında olmasalar da solcu, Atatürkçü, liberal vd. birçok farklı konumdan kullanıcıyı aynılaştıran bir etken haline geliyor. Küçük farklılıklar, büyük benzerlikleri maskeliyor sadece.
Sık tekrarlanan bir gerçektir: Teknolojik yenilikler özlerinde bir distopya barındırmazlar. Toplumsal mücadelelerin sonucunda belli biçimler alırlar. Twitter’ın derinlikli tartışmalara pek olanak vermeyen bir biçime sahip olduğu muhakkak, ancak bu yazıda betimlediğimiz bir ortam haline gelmesi, kaçınılamaz da değil.
Bunun için, nezaketi de bir “politik değer” olarak sahiplenmek gerekiyor sanırım.