Yeni iletişim teknolojileri insan hayatındaki rolünü günden güne artırırken bu konudaki literatür de gitgide genişliyor. Ancak teknoloji ve internet üzerine Türkçe literatüre baktığımızda, eleştirel metinlerin azlığı, kullanım kılavuzu niteliğindeki metinlerin ise yaygınlığı göze çarpıyor. Mustafa Arslantunalı'nın kaleme aldığı ve geçtiğimiz ay İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Teknopolis: Akıllı Makineler Dağınık Zihinler kitabı bu bağlamda önemli bir eser. Edebiyat, tarih, bilim, teknoloji ve iletişim çalışmaları arasında bağlantılar kuran denemelerden oluşan Teknopolis, günümüz teknoloji atmosferini tarihsel bir perspektifle ele alıyor. Arslantunalı ile Teknopolis, teknoloji mefhumu ve müşterek geleceğimiz üzerine söyleştik.
Bir şeyin hakkında fikir sahibi olmanız için onun tarihini bilmemiz şart, öyle değil mi? Tarih, o şeyin sadece ne olduğunu değil, ne olabileceğini de, içerisinde ne gibi potansiyeller barındırdığını da bize gösteriyor. İnternet hakkında konuşurken, onun tarihi hakkında konuşmamak biraz anlamsız geliyor bana. Hatta 19. yüzyılda bazı filozoflar tek bir bilim vardır, o da tarih bilimidir demişlerdi ki, doğru sayılabilir. Fizik dünyanın tarihidir, biyoloji de evrimin, yaşamın tarihidir... gibi. Geleceği göremeyiz. Tahminler yürütürüz, spekülasyonlar yaparız ama kristal küremiz olmadığı için göremeyiz. 1960'larda interneti tahmin edebilen çok az kişi vardı mesela. Geçmiş üzerinde yoğunlaşmak, şimdiye ve geleceğe de bakabilmenin en güvenilir yoludur. İnternet için bugün söylenenlere benzer birçok şey, telgraf için, telefon için zamanında çok söylenmişti. Bunu kitapta özellikle göstermeye çalıştım. Teknolojik gelişmeleri tarihsel bağlam içerisinde değerlendirmediğimiz sürece, bırakalım geleceği, göz önündeki şeyleri bile göremeyeceğiz. Göremiyoruz da, sonra ne oluyor, her yeni teknolojide hayat yeniden başlıyormuş gibi bir algı oluşuyor. Yepyeni bir dünyanın doğuşundan bahsediliyor sürekli. Yepyeni bir dünyanın, teknolojinin getirdiği yeniliklerle doğacağını düşünmüyorum.
Ernest Mandel 1960'larda, teknolojinin her şeye kadir olduğuna ilişkin inancı, burjuva ideolojisinin geç kapitalizmdeki özgül biçimi olarak tanımlamıştı. Bunun yanı sıra, yeni teknolojilerin kapitalizm içerisinde bir kriz yaratacağını da öngörmüştü, ama bu ayrı bir konu. Mandel'in sözünü ettiği ideoloji çok yaygın. Telgraf, telefon, bilgisayar, internet... Ortaya çıktıkları dönemde, her birinin her şeyi değiştireceğine dair söylemler de hemen ortalığı sarmıştı. Bu söylemleri oluşturan cümleler bile birbirlerine çok benziyordu. Telgraf ortaya çıktığında, bu teknolojinin ortak bir insanlık dili yaratacağına ve bu sayede dünya barışının mümkün hale geleceğine inananlar vardı. Çok benzer şeyler, 1995-2000 arasında internet için söylendi. Bu bir tekno-ütopya. İletişim teknolojilerinin son 150 yıllık tarihine baktığımızda bunun öyle olmadığını çok iyi görüyoruz. Bu biraz da, teknolojiyi bizim dışımızda bir varlık olarak ele almanın da bir sonucu. Oysa teknoloji, insanlığın varlığının, emeğinin, ilişkilerinin bir bileşenidir.
Çoğu zaman, sorunların kaynağı insanlar ve onların yarattıklarıdır. Bu yokmuş gibi davranınca, her sorun sanki teknik bir sorunmuş gibi ele alınıyor. Mesela, açlığın teknik bir sorun olarak ele alınması. Teknik olarak biraz daha gelişsek dünyada açlık biter gibi düşünülüyor. Son 200 yıldır dünyadaki üretim kapasitesi muazzam derecede arttı. Ama hâlâ açlık var. Hatta, dijital teknolojilerin ön plana geçtiği son birkaç on yıl içinde en zengin ile en yoksul kesimler arasındaki uçurum büyük oranda arttı. Demek ki, sorun gıda teknolojisinin ve üretiminin geliştirilmesiyle ilgili değil. Teknik her şeye rağmen önemlidir, ancak sorunları çözmeye niyetiniz varsa. Ya da, sorunu sorun olarak görüyorsanız. Peki ya sorunları çözmesini beklediğimiz hükümetler, çözümün değil de sorunun bir parçasıysa? Teknolojinin fetişleştirilmesi diye bir şeyden bahsedebiliriz. Bu yola girildiği zaman her şey teknik çözümlerden ibaretmiş gibi görülüyor. Teknokratların dünyası bu. Burada bilim nerede? Bilim gittikçe teknolojinin hâkimiyeti altında, dar bir alana sıkışıyor. Bu alanda ise yararcılık, pragmatizm geçer akçe. Bence, bilim ile teknolojinin arasında dev bir uçurum var. İnsan, insan olmadan önce de teknolojik bir varlıktı. Hatta teknoloji sayesinde, emeği, emeği örgütleyebilmesi, toplumsallaşması sayesinde insan olmuştur, denebilir. Bu anlamda insan biyolojik olduğu kadar kültürel ve teknolojik de bir varlıktır. Tekno-kültürel diyelim kısaca. Üç, dört milyon yıllık bir tarihten bahsediyoruz, insansıların insan olma sürecinden. Oysa bilim henüz çok yeni bir olgudur. Modern bilimin ve bilimsel yöntemlerin çok kısa bir tarihi var. Yüzbinlerce yıl boyunca, büyüyle, sihirle, dinle iç içe olan teknolojik etkinlikler, din gibi her zaman insanbiçimcidir. Bilim ise bunun aksine, insanbiçimci olmadığı gibi, pratik yarardan uzaktır. Ünlü fizikçi Feynman'a atfedilen bir söz vardır: "Fizik de seks gibidir, her ikisini de birtakım pratik sonuçları için değil, zevk aldığımız için yaparız. Ama pratik sonuçları da olur tabii." Şu an kullandığımız birçok teknolojik alet, bilimin bugüne dek yaptığı araştırmaların birikiminden ortaya çıkmıştır, ancak bilim cep telefonunu bulmak için icra edilmemiştir. Burada, kamusal bir birikimin, girişimciler tarafından ticari bir meta haline getirilmesi söz konusu.
Bilimin faydayı ön plana koymaması, bilimsel etkinliğin sürdürülebilmesi açısından çok önemli. Ancak günümüzde teknolojinin finans-kapitalle el ele olması ve büyük bir hâkimiyet kurması bilimi yavaş yavaş marjinal bir alana itiyor. Bilim, teknolojiye bilgi, veri, hammadde sağlayan bir faaliyete sıkışıyor. Üniversitelerin güncel hali de bunu kanıtlıyor. Şirketlerin yatırım yaptığı üniversitelerden sürekli bir çıktı bekleniyor. Bu, bilimin tabiatına aykırı bir şey.
İşin ilginci, yaşadığımız dönemde teknolojik ivmelenme hızlanmaktan ziyade yavaşlamış vaziyette! 1990'da Next bilgisayarları tamamen robotik bir şekilde üretiliyordu. Aradan onca sene geçmesine rağmen bugün iPhone'lar hâlâ el emeğiyle üretiliyor. Kapitalizmin teknolojiyi geliştirdiği, her zaman kapitalizmle teknolojinin paralel geliştiği yönünde çok yaygın bir inanç var. Bu inancı sorgulamanın zamanı. Tam tersine teknolojik ivmelenmenin düşüşündeki temel etkenlerden birisi, neo-liberal politikaların üniversitenin alanını daraltmasıdır. Bu daralmanın sonucunda ortaya çıkan tıkanma, teknolojiye de yansıdı. Bugün, tüketici elektroniği dışında, çok hızlı bir gelişmeden söz etmenin imkânı yok.
Teknoloji dediğimiz şey, insanın "doğal" bir parçasıdır, insanlığın başlangıcından beri. Bu açıdan, insan hiçbir zaman doğal bir varlık olmamıştır. Bu nedenle teknolojinin durdurulamayacağına inanıyorum. Şunu kastediyorum: Elimizde bir akıllı telefon varsa, "bunları atın, eski telefonlara geri dönelim" deme gibi bir şansımız yok. İnsanlık, yeni teknolojilere çok çabuk adapte oluyor ve en önemlisi insanlığın, geri dönülebilecek, doğal bir evresi, teknolojisiz bir cenneti yok. Teknoloji durdurulamaz, ama ona yön verilebilir. Yön verecek olan ise yine bizleriz, buna uzun zamandır politika adı veriliyor. Örneğin internetin ortaya çıkmasıyla, Wikipedia'nın kurulması arasında altı, yedi sene var. Ama o aradaki yıllarda ciddi bir teknolojik dönüşüm olmuş da, Wikipedia ortaya çıkmış değil.
80'lerde gelecekten haber verselerdi, en şaşıracağımız şey Wikipedia olurdu. Yüzbinlerce insan, hiçbir maddi kaygı olmadan kolektif bir alana emek veriyor. Dünyanın dört bin yanındaki insanlar ortaklaşa bir ansiklopediyi var ediyor. Neo-liberal zihnin "insanlar para almadan, kendi çıkarlarını gözetmeden bir şey yapmaz" düşüncesini yerle bir eden bir örnek bu. Artık bazı yazarlar Wiki Devlet'ten, siyasetin wikileşmesinden söz ediyor mesela. Bunu yine pratiğin kendisi gösterecektir. İnternet büyük bir kamusal alan. Devletler ve şirketler bu alanı kontrol altına almak için her şeyi yapıyor, ancak tamamen başarılı olamıyorlar. Burada büyük bir imkân var.
Yapay zekâ bir yandan çok abartılan, bir yandan da görmezden gelinen bir alan. Gündelik yaşamda kullandığımız birçok uygulama yapay zekâ değil aslında. 1950'lerde buna sibernetik denirdi, daha sonra otomasyon dendi. Yapay zekâ dendiğinde iki şey anlamamız gerekir. Bunlardan birisi, yapay bilinç: Bir ağın, bir bilgisayarın ya da yazılımın insan gibi düşünebilmesi, bilinç sahibi olması. Bununla, örneğin cep telefonlarının bize bugün sağladığı kolaylıklar aynı şey değil. Bu tür uzman sistemler muazzam ilerlemeler kaydetti, evet. Ama bunlar sadece belli kurallar çerçevesinde işleyen sistemler. Satranç ya da Go oynamayı öğrenmek değil, insanların düşünmeksizin gerçekleştirdiği çok basit işlemleri yapabilmek asıl zor olan. Google Çeviri bu konuda örnek gösteriliyor sık sık. Ancak Google Çeviri, çeviri yapmıyor, yüzbinlerce çevirmenin çevirisini kullanarak bir algoritma oluşturuyor. Temelinde çevirmen emeği var. Üstelik karşılığı verilmeyen bir emek.
Yapay zekâ alanında, iddia edildiği ölçüde ciddi bir ilerleme olmadığını söyleyebiliriz. Bilinçli robotlar kısa vadede bizimle yarışmayacak, yakın bir gelecekte beyinlerimizi bilgisayarlara upload edip vücutsuz özgürlüğe kavuşmayacağız. Halihazırda çok popüler olan bu tür kurgularda da bir ilerleme olmadı aslında. 70'lerde de yapay zekânın dünyayı ele geçirdiği kurgular vardı, bugün de var. Bence çocukça bir hikâye bu. Endişelenmek istiyorsak, otomasyonun yol açacağı işsizlik ve kriz ne güne duruyor? Ya da küresel iklim değişikliği?
Hakikat ile kurgu ayrımının keskinleşmesi 19. yüzyıla dayanıyor. Bu anlamda modern bir olgu. İnsanlar ezelden beri yalancıdır. Hatta, Umberto Eco'nun da dediği gibi, bir şey yalan söylemekte işe yaramıyorsa, doğru söylemeye de yaramaz, hatta hiçbir söylemekte kullanılamaz. Özellikle siyasette yalan hep var oldu. Ancak post-truth döneminin yeniliği şu: Artık yalandan utanılmıyor. Bunda internetin de bir nebze suçu var tabii. İnternetin sunduğu anonim olma imkânı, yalan ile itibar arasındaki ilişkiyi belirsizleştirir. İnternette bir yalanı dolaşıma sokmak, itibarınızı riske atmıyor, çünkü gerçek kimliğiniz bilinmiyor. Yalanın utanılacak bir şey olmaması, adı sanı belli politikacıların yalanlarını da kanıksamayı kolaylaştırıyor. Diğer bir önemli sebep ise, politikada bağlamın ortadan kalkması. Birbiriyle alakasız birçok önerme ortaya atılıyor ve bunlar doğru yanlış şeklinde tasnif edilmeye çalışılıyor. Bu süreçte doğru yanlış birbirine karışıyor. İnsanlar politikaya, siyasi kurumlara, büyük şirketlere, hükümetlere güvenmiyorlar, post-truth dönemi propagandanın hedefi, ortalığı iyice bulandırmak ve insanların korkularına hitap etmek.
Elektronik kitap, kitabın yaygınlığını artıracak. Elyazmalarını kaç kişi okuyabiliyordu? Matbaa kitabın yayılmasını, bambaşka bir yöne evrilmesini sağladı. E-kitap da küçük çaplı bir Gutenberg devrimi sayılmalı… E-kitap çağında yayıncılığın ortadan kalkacağı sık sık iddia ediliyor. Tam tersini düşünüyorum, yayıncının, editörlük faaliyetinin rolü ve önemi artacak. Editörlük bir metni seçmekle başlar. Ardından ona bir biçim verirsiniz, bir süzgeçten geçirirsiniz. Türkiye'de bu filtrenin bugün çok kötü işlediğini düşünüyorum. Çok kolay basılıyor bir kitap ve sonrasında unutuluyor. Basılı kitabın da kısa vadede ortadan kalkacağını da sanmıyorum. Bunu merdiven ve asansör örneği gibi düşünmek gerekiyor biraz da. Birisi çıktı diye diğeri de yok olmuyor. Televizyon yarım yüzyıldan uzun bir süredir var, ama hâlâ radyo dinliyoruz. Tabii, radyo-TV örneğinde olduğu gibi işlev farklılaşması olabilir. Şimdiden oluyor bile: Örneğin ben kurgu dışı kitapları e-kitap şeklinde, edebiyatı ise basılı olarak okumayı tercih ediyorum.
Teknoloji tarihçisi Tim Wu , bütün iletişim teknolojileri için standart bir sürecin olduğunu iddia etmişti. Önce yepyeni bir teknoloji çıkar, yıkıcı teknoloji olarak ortalığı kasıp kavurur. Aniden bütün eski teknolojiler anlamsız hale gelir. Bu teknoloji beraberinde yeni girişimcileri getirir, belli bir dönem özgürlükçü ve yaratıcı bir ortam sağlanır. Sonrasında büyük şirketler bu alanı etkisi altına alır ve bu teknolojik alan yeniliklere kapalı, tekellerin kontrolünde bir alan oluverir. Ta ki, başka bir yıkıcı teknoloji gelen kadar. Ancak son dönem interneti dört beş firmanın 'kapatması'nın, devasa ölçekteki tekelleşmenin başka bir yıkıcı teknolojiye imkân vermeyecek düzeyde büyük çaplı olabileceğini söyleyenler de var. Burada internet üzerindeki kolektivite ve kişisel kâr arasındaki karşıtlığa odaklanmamız gerekiyor. Yazılım, kolektif emek ile gelişmeye uygun bir faaliyettir. Wikipedia ve Özgür Yazılım bunun muazzam gizilgücünü bizlere gösterdi. Telif hakkı dendiğinde ilk akla gelen şey, yazarın ya da müzisyenin eserinden elde edeceği gelir olmakla birlikte, telif hakları tartışması esas olarak patentler, ayrıcalıklar, koruyucu yasalar yoluyla büyük kurumlara dair bir tartışma. Dijital ortamda sonsuz arzı olan, maliyetsiz bir şekilde sonsuz bir şekilde çoğaltılabilen bir ürünü ticari sınırlar içinde tutabilmenin tek yolu, patent ve fikri mülkiyet yasaları ve dolayısıyla polisiye tedbirler… Bu konu, kapitalizmin yeni teknolojilerle uyumlu olamadığına ilişkin sayısız göstergeden sadece birisi.