Uzak Doğu ve Orta Doğu'da uzun yıllar hüküm süren çay ve kahve kültürü 1600'lü yıllarla birlikte dünyanın batı yüzünde insanlığın günlük yaşamına yavaş yavaş girmeye başlar. Bu ürünler sosyalleşmeyi de artıran özellikleriyle tüketicilerin en gözde tüketim maddeleri arasında zamanla yerini alır. Doğunun egzotik ürünleri baharat ve ipek, küresel ticarette 1700'lü yıllara kadar silah gücünün desteğiyle sürdürülen tekelci bir yapının kontrolü altındadır. Aynı yıllarda, Osmanlı donanması ve ticari gemileri Hint Okyanusunda boy gösterir. Kızıl Deniz iç göl gibi olur, gemiler Aceh'e kadar ulaşır. Portekiz ve Hollandalı tacirler, Endonezya adaları, Hindistan ve Hint Okyanusundan tüm dünyaya yoğun bir ticari ağ kurar, yüzlerce gemi dolusu yük dünyanın her yerine taşınmaya başlanır.
Ticaretin yapısı, 1700'lü yıllardan sonra tamamen değişmeye başlar. Kahve, şeker, pamuk ve çay, batının henüz bilmediği ama iklimin uygun olduğu her yerde ekilip, yetiştirilebilen ürünler olarak ticaretin yeni gözdeleri olurlar. Hollanda Şirketi ise ürünleri yetiştirebileceği yeni bölgeleri titizlikle seçerek ticareti daha da geliştirmenin yollarını arar. Daha sonraki yıllarda uluslararası ticarette itici güç rolünü ele geçiren İngiltere yeni ürünler üzerindeki tekelci yapının sürdürülebilir olmadığını geç de olsa fark eder. Serbest ticareti geliştirmenin ülkesi için en iyi yöntem olduğu politikasını benimseyerek ve dünya ticaretinde yeni bir sayfa açar. Küreselleşmenin ilk adımları atılmaya başlamıştır. İngiltere bu süreçte Kuzey Amerika'da olduğu gibi bazı önemli engellerle karşılaşır. Koloni isyanları.
Hepimizin bildiği değişik çay hikâyeleri vardır. Tarih kitaplarında Amerikalıların bağımsızlık mücadelesinde, çaya konulan yüksek verginin bardağı taşıyan son damla olduğu ve Boston'daki çayların denize dökülmesiyle isyanın ateşlendiği yazılıdır. Koloni halkının çay tutkunluğunun isyanı tetikleyen temel nedenlerden biri olduğu bilinmesine rağmen, kolonide yaşayan çay tüccarlarının kişisel çıkarlarını milli meseleye dönüştürerek isyanı körükledikleri de iddia edilir.
On sekizinci yüzyılın başlarında, Kuzey Amerika kolonilerinde yaşayanlar dahil, İngilizler çayın adeta tiryakisi olurlar. Amerikan bağımsızlık mücadelesinin başladığı yıllarda kendisi de aynı zamanda ticaretle uğraşan Massachusetts Valisi Thomas Hutchinson Amerikalıların yılda ortalama 3 milyon kilo çay tükettiğini tahmin etmektedir. Yılda kişi başına yaklaşık 1,2 kilo tüketime karşılık gelen çaydan yüzde on Townshend Vergisi alınmasına rağmen, koloni halkı bu işin üstesinden gelmek için kolay bir yol bulur, Hollanda ve Fransa'dan çay yaprağını kaçak olarak getirirler. Tüketilen çayın ancak yüzde beşi resmi kayıtlarda görünür. Bu durum Yedi Yıl savaşlarına kadar sessizce devam eder.
Fransa ve İngiltere arasında 1756-1763 yılları arasında süren ve neredeyse küçük bir dünya savaşı kadar yıkım yapan Yedi Yıl Savaşları sonrasında İngiltere kolonilerine yeni bir vergi koymaya hazırlanır. 1765 Yılı Damga Vergisi Kanunu ile tüm yasal belgeler, gazeteler, broşürler ve hatta oyun kağıtları üzerine gelen ağır vergiye halk müthiş bir tepki gösterince, vergi bir yıl sonra kaldırılır. Daha makul sınırlarda belirlenen yeni Townshend Vergisi ise Kolonilerde yeni ve bambaşka bir uyanışa neden olur. "Temsil Edilmeden Vergileme Olmaz" siyasi bir slogan olarak ortaya çıkar. Parlamentoda doğrudan temsil edilme hakkı tanınmadığı sürece vergi vermeyiz, düşüncesi bugün bile özel bir bölge (District of Colombia-DC) olarak kurulan ve Temsilciler Meclisinde oy hakkı olmayan başkent Washington DC'nin otomobil plakalarında yer alan bir slogandır.
Öte yandan, Yedi Yıl Savaşlarından ciddi bir şekilde etkilenen İngiliz Doğu Hindistan Şirketi batmamak için sonunda hükümetten doğrudan yardım ister. Eski Townshend Vergi Kanunu, Şirketin kolonilere doğrudan satış yapmasını kısıtladığından, mallar öncelikle Amerikalı aracılara satılmakta, sonra sırasıyla yine Amerikalı toptancı ve küçük esnaf üzerinden piyasaya girmekteydi. İşin doğrusu çayda karın büyük bir bölümü Amerikalı Koloni tacirlerine kalmaktaydı.
Mayıs 1773 yılında Doğu Hindistan Şirketinin talebiyle yeni Çay Kanunu çıkarılır. Yeni bir vergi getirilmemekle beraber, bu defa Şirkete çayı doğrudan Asya'dan ithal ederek Amerika'da satış yetkisi verilmiştir. Sonuç olarak çayın fiyatı neredeyse yarıya düşmesine yani koloni halkı için genelde umut verici bir gelişme olmasına rağmen, kaybeden aracı tüccarın zararı büyük olmuştur. Yeni yasa ile aracılar, mahalli kaçakçılar ve çay ticareti yapanlar kısaca zengin ve ekonomik olarak güçlü Amerikalı koloni tüccar ciddi bir kayba uğrar. Bu kesim yerel basında şiddetli bir muhalefete başlar. Doğu Hindistan Şirketi haksız rekabet yapmakla suçlanır. Olağan vatandaş çay fiyatının düşmesinden kazançlı çıksa bile, zarara uğrayan ticaret erbabı konuyu ne yapar ne eder, milli bir sorun haline getirir.
Aylar sonra 1773 yılı Kasım ayında İngiliz şirketin üç gemisi Boston limanına tam yüklü olarak çay yüklemeye başlar. Koloniciler 16 Aralık 1773 tarihinde Boston limanında gemilerdeki tonlarca çayı Amerikalı yerli kılığına girerek denize dökerler. Bu olay Amerikan Bağımsızlık Savaşının kıvılcımı olacaktır. Koloni halkı Boston Çay Partisi'nin ardından İngiliz mallarına ve Britanyalı sömürgecilere karşı bir dizi boykot ve protesto eylemi gerçekleştirir. Büyük Britanya bu olay üzerine giderek daha sert politikalar izlemeye başlar. Denize dökülen çayların parasının ödenmesine kadar Boston limanının kapanması da dahil, yeni ve daha ağır vergilerin konulmasına kadar bir dizi tedbire başvurur. Amerikalı yerleşimciler ise özgürlüklerinin giderek kısıtlanması karşısında 1774 yılının Eylül ve Ekim aylarında Philadelphia'da topladıkları Kongrede bir ordunun kurulması ve İngilizlere karşı ticari yaptırımlara gidilmesi kararlarını alırlar. Sonunda çay bahanesi ile başlayan büyük mücadeleyle Amerika Birleşik Devletleri 4 Temmuz 1776 yılında bağımsızlığına kavuşur.
Gelelim kahvenin hikâyesine. Neredeyse beş yüzyılı aşan bir süre sıcak bir içecek dışında tüketilen kahve Avrupalıların dikkatini çektiğinde diğer bütün egzotik ürünleri yerle bir ederek tercihler içerisinde bir numaraya oturacaktır. Söylentiye göre 700'lü yıllarda Etyopyalı bir çoban, keçi ve develerinin geceleri çölün belirli bölgesinde hiç uyumadıklarını ve sürekli hareket halinde olduklarını fark eder. Dikkatle incelediğinde çöldeki bir çalının kırmızı yemişlerini yediklerini anlar. Aynı yemişin Afrika'da uzun süren köle sevkiyatları sırasında kölelere de verildiği, bu sayede yolculuk süresinin oldukça hızlandığı söylenir.
Efsane böyle olmakla birlikte kahvenin 1000'li yıllarda eski adıyla Habeşistan olan bugünkü Etyopya'da yetiştirildiği, daha sonra da Kızıl Deniz üzerinden Yemen'e ulaştığı anlaşılıyor. O günlerde Yemen'deki Sufi bir grubun düzenli olarak kahve tükettiği ve ritüellerini gece geç saatlere kadar hiç uyumadan sürdürdükleri söylenir.
Sufiler, İslamın değişik ılımlı bir anlayışını yansıtır. Tam zamanlı din adamı olmadıkları için çalışma saatlerinin dışında birlikte toplanıp, ibadet yöntemini benimsemişlerdir. Gece ibadetleri sırasında uzun süre uyanık kalmalarını Yemen'in klasik kat şurubu yerine kahve içmelerine borçludurlar. Günlük yaşamlarını halk arasında geçiren Sufiler kahvenin dini çevre dışında kolayca tanınmasına ve yayılmasında önemli rol oynamışlardır.
On beşinci yüzyılda kahve sosyalleşme için harika bir içecek olarak varlığını göstermeye başlayacaktır. Talebin sürekli artması üzerine Yemen'in kuzey limanı Mokka'nın tepeleri kahve ekim alanları ile tamamen kaplanır. On altıncı yüzyılda kahve Cidde'ye ulaşır. Artık Avrupa'daki tüketicilere ulaşabilecek ticaret yolu üzerindedir. Halkının keyifli olmasından hoşnut olmayan Mekke'deki Memlük Valisi Kahir Beg El-Mimar sonunda söyleyeceğini söyler: "Nerede kahvehaneler doluysa, orada camiler boş kalıyor." Aynı Vali 1511 yılında da İranlı iki doktorun tavsiyesi ile kahveyi hem tıbbi ürün olarak hem de içecek olarak yasaklar. Mekke'liler bu karara çok tepki gösterince, Kahire'deki Memlük Sultanı yasağı hemen kaldırır, evlerde tüketilmesine izin verir.
1555 yılında Şams isimli Suriyeli bir iş adamının kahveyi İstanbul'a tanıtmasının ardından 15-20 yıl içinde İstanbul'da yüzlerce kahvehane açılır. Kahvehaneler dolup, taşar. Yoksul halk bir avuç kahve alabilmek için sokaklarda dilencilik yapmaya başlar. 1600'lü yıllarda batılıların henüz farkına varamadıkları kahve kültürü Osmanlı toplumu içinde hızla gelişir. Kahire'deki kahvehane sayısı neredeyse üç bine yaklaşır. İstanbul'u ziyaret eden seyyah Pietro della Valle kahvehane kültürünü şöyle anlatıyor:
"Kahveyi sıcak tutmak için kuvvetli bir ateş sürekli yanık tutuluyor. Porselen kaba konulan sıcak kahve içeceği, müşteriye küçük bir tabağa konulan kavun çekirdeği ile birlikte ikram ediliyor. Kahve içerek geçirdikleri zaman bazen yedi-sekiz saati buluyor"
Osmanlı'da popüler olan her şeyde olduğu gibi kahve de Türklerle dostluğunu hep sıcak tutan Venedik'te tüketicinin karşısına çıkar. Önceleri Hıristiyan din adamlarının Müslüman bir ülkeden gelmesi nedeniyle kuşkuyla baktıkları kahve, Papa Clement III'ün 1600'lü yılların başında tadına baktıktan sonra kutsaması üzerine yaygın olarak tüketilmeye başlanır. Fransız Doktor Pierre de La Roque'un kahveyi 1644 yılında Marsilya'ya tanıtması ve oğlu Jean'in Yemen'e yaptığı ziyaret ertesinde yazdığı "A Voyage to Arabia Felix" (Yemen'e Yolculuk) kitabıyla kahveyi tarihçesi ile anlatmasıyla Fransız kültürü kahveye aşina olur.
1669 yılında Osmanlı İmparatorluğu Müteferrika Süleyman Ağa'yı Versay Sarayına Elçi olarak gönderir. Versay Sarayına gittiğinde üzerinde basit bir yün ceket giyen ve Fransızların Güneş Kral olarak isimlendirdikleri On dördüncü Lui önünde eğilmeyi reddeden Süleyman Ağa, Kral tarafından kabulden alıkonularak Saray dışına çıkarılır.
Paris'e gitmişken güzel bir evi dekore ederek kahvehane yapan Süleyman Ağa birden çok popüler olur. Osmanlı kıyafeti, türbanı ve geleneksel dekoru ile Paris'te Türk modası estiren, kaftan ve türbanı Fransız modasına aktaran Süleyman Ağanın kahvehanesi müthiş sükse yapar. Daha sonraları Paris'teki Ermeniler Süleyman Ağayı izlerler. Türk kostümleri giyerek sokak sokak kahve satmaya başlarlar. Kahve kültürü hızla yayılmaya başlar.
20 yıl sonra da Fransa'da "Cafe Procope" adıyla ilk Fransız Cafe'si hizmet vermeye başlar. Bugün hala hizmet veren Cafe Proscope'da Robespierre ile Marat'ın Fransız Devrimi öncesinde ihtilal planları yaptıkları söylenir. Benzer bir şekilde aynı yıllarda Venedik'te kurulan Cafe Floran'da hala hizmetini aynı yerde sürdürmektedir
1683 Yılında Viyana'nın Türkler tarafından ikinci kuşatılması neredeyse iki ay sürer. Sonunda çoğunluğunu Polonyalıların oluşturduğu askeri destekle şehir kurtulur. Polonyalı askerlerden biri Franz George Kolschitzky'dir. Yıllarca Türk ordusunda tercümanlık yapan Franz, Türkçe bilmesi ve sahip olduğu Türk üniforması sayesinde şehir içine ve Türk mevzilerine kolayca sızabilmiş, şehrin Türklerin eline geçmesine engel olmak için var gücüyle mücadele etmiştir. Kolschitzky'nin casusluğu Avusturyalılara ve kendisine büyük yararlar sağlayacaktır. Türklerin kuşatmadan vazgeçip ayrılması ertesinde ise, yük öküzleri, develer, çadırlar ve altın çuvalları Avusturyalılar tarafından kapışılmış, hiç kimsenin tanımadığı kahve çuvallarına kimse talip olmamıştır. Sonunda kahve çuvallarına kahveyi çok iyi tanıyan Kolschitzky talip olur; kimse itiraz etmeyince de Viyana'da küçük bir ev kiralayarak şehrin ilk Cafe'sini açar. Viyana'da kısa zamanda Avrupa'nın en güzel kahvehaneleri açılır. Daha sonraları, Avrupa'nın birçok merkezinde, Londra'da ve Almanya'nın birçok şehrinde birbirinden alımlı kahvehaneler hızla hizmete girecektir. Kahve artık batılıların vazgeçemediği bir tüketim malzemesi olmuştur.
Sokullu Mehmet Paşa döneminde Hint Okyanusu ve Kızıl Deniz üzerinden İmparatorluğa ulaşan baharat, çay ve kahve ticareti Paşa'nın ölümünden hemen sonra disiplinin bozulması ile dengesini kaybeder. Kaybeden büyük çapta İmparatorluğun kendisi olur. Devletin ticari gelirleri hızla düşmeye başlar.
Sokullu, devlet görevlilerinin ticaretten nemalanmaması için bir dizi kural ve yasak koyar. Devlet görevlilerinin işi devlet gelirlerini zamanında merkeze, İstanbul'a güvenle ulaştırmaktır. Yasağı ilk ihlal edenlerden biri 1570'lerde onun döneminde Mısır Valisi olan Koca Sinan Paşa'dır. Sokullu, Koca Sinan Paşa'nın Valiliğinin ikinci dönemini tamamladığı günlerde kamu görevlilerini çok sert bir genelge ile uyarır. Bu uyarının ardında Koca Sinan Paşa'nın kuralları ihlal ederek zenginleşmesinin yanında Kahire'deki devlet görevlilerinin yaptığı yolsuzlukları göz ardı etmesi de neden olmuştur.
Talihsizlikler sonucunda Koca Sinan Paşa gibi biri 1580 yılında Vezir olur. İlk iş olarak, Yemen Valisi Hasan Paşa'ya baharat ve değerli ticari emtianın tamamını Mısır'a sevk etmeyip, Yemen'de tutması gerektiği talimatını gönderir. Talimatta emtianın bir kısmının mahalli olarak satabileceği de bildirilir. 1582 yılında ise daha ileri giderek, İstanbul'un denizaşırı mal sevkiyatındaki kontrolü iyice gevşetilir. Devlete ait malların Mısır'a sevk edildikten sonra doğrudan Avrupalı tacirlere satılmasına izin verilir. Bu uygulamaları nedeniyle kısa süre içinde görevden alınmasına rağmen, Koca Sinan Paşa döneminde Yemen ve Mısır'daki Hint Okyanusu ticari yapısını koruyan disiplin aniden yok olur. Hint Okyanusu denizcilerinin geleneksel savaşçı ruhu adeta yok olur. Bölgedeki Osmanlı yöneticileri artık devlet adına yaptıkları işleri iyice bırakıp, devlet malıyla zengin olmanın dahiyane yollarını keşfetmeye başlamışlardır. Osmanlı yöneticileri zamanla Kahire ve diğer merkezlerde Avrupalı tacirlerle doğrudan ortaklığa varan işlere girişmeye başlarlar. 1500'lü yılların sonlarında kahve ticaretinde doğrudan işin içine giren yöneticiler Avrupalı iş adamlarının alay konusu haline gelirler. 1610 yılında Hollandalı bir gözlemci İstanbul'dan Yemen'e yoksul gelen paşaların her zaman çok zengin döndüklerini ifade eder. Bu durum ticari başarıların ve deniz zaferlerinin politik ve idari yükselmeyi teşvik ettiği günlerin artık geride kaldığını, Osmanlı'nın Hint Okyanusu gücünün gittikçe zayıfladığını göstermektedir.
Kahve ve diğer emtianın dünya ticaretindeki etkileri göz önüne alındığında kişisel çıkarların ön plana çıktığı Osmanlı devlet yönetiminin gerek parasal ve gerekse siyasi olarak çok büyük bir fırsatı nasıl kaçırdıkları daha iyi anlaşılmaktadır. Bölgede kontrol artık Portekiz, Hollanda ve İngiliz ticaret filolarına geçmiştir. Fiyatlarla istedikleri gibi oynayarak ticaretin karlılığını da diledikleri gibi yönlendirebilen şirketler, gerçekleştirdikleri ticari anlaşmalarla kahve üretiminin hızla artmasını sağlayarak Yemen ve Kızıl Deniz limanlarına Avrupa ülkelerinden daha çok ticari gemi sevk etmeye başlarlar. Kahvenin fiyatı kilo başına fiyatının, yaklaşık 1,5 guilder gibi (günümüzün 12 doları) bir rakama ulaşması Osmanlı için kaçırılan fırsatın ne denli büyük olduğunu adeta teyit etmektedir.
Fırsatı değerlendirmeye çalışan Hollandalılar, kısa bir sürede Endonezya'da Java-Malabar kıyılarına, daha sonraları Surinam ve Brezilya'ya ektikleri kahve ile üretimi hızla yaygınlaştırıp, artırarak Yemen'in kahve tekelini kırarlar. Kaliteli Yemen kahvesinin fiyatı hızla aşağıya düşmeye başlar. 1732 yılı sonlarına Endonezya'da yaklaşık 800 bin kilo kahve üretilir. Kahvenin yeni üreticileri Avrupa'daki tüketim tercihlerini ciddi bir şekilde etkileyecektir. Sonunda herkesin içebileceği, parasını vererek alabileceği ucuz bir kahve vardır. Ancak ortada kesin bir gerçek vardır. Java'dan gelen kahvenin kalitesi hiçbir şekilde Yemen'den gelenin yerini tutmaz. Avrupa'nın yeni kahve tutkunları aradaki farkı anlayabilecek olgunluğa erişmiş olmasalar da ortada önemli bir gerçek vardır. Yemen dışına ekilen kahvede kafein oranı neredeyse yüzde elli daha fazladır. Orijinal kahvenin tutkunu Türkler, İranlılar ve Araplar o yıllarda Java'dan gelen kahveye ucuz olmasına rağmen hiç rağbet etmezler.
Hollanda Doğu Hindistan Şirketi'nin Yönetim Kurulu o yıllarda yayınlanan yıllık raporlarında Java ve Yemen kahvelerinin tadımlarını yaptıktan sonra her ikisi arasında bir fark göremediklerini bildirseler de bu durum kahve eksperlerince doğulu tüketicilerin daha iyi damak zevki olduğunu inkar ettikleri şeklinde yorumlanır.
Kahvenin geçmişteki öyküsü günümüzde bu lezzetli içeceğin ülkemiz insanı ve bölgemiz coğrafyasının ürünü olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Zaten ürüne kendi damgasını vurmak için yıllardır tatlı bir mücadele içinde olan komşumuz da siyasi olarak ilişkilerin iyi olduğu dönemlerde bu gerçeği genelde kabullenmeyi tercih etmekte. Tek eksiğimiz kahvenin tarihi gerçekler de hatırlatılarak ulusal içkimiz olduğunun yeterli bir şekilde tanıtılmaması ve bu amaçla çaba gösterenlerin yeterince desteklenmemesi.
Kaynakça
1-A Splendid Exchange -How Trade Shaped the World- William J. BERNSTEIN
2-The OTTOMAN AGE of EXPLORATION- Giancarlo CASALE