Sermaye yetersizliği sorunu olan ülkelerde ortak ve temel sorun her türlü mali ve ekonomik teşvik imkanlarını sunmalarına rağmen, yatırımcıların beklediği yeterli güveni sağlayamamaları. Daha genel bir anlatımla, mali teşviklerin yeterli olduğu düşüncesiyle, yatırımcı beklentileri arasında başka ve daha önemli faktörlerin bulunduğunu göz ardı etmeleri. Yapılan çalışmalar tarihsel süreç içinde güçler ayrılığının yerleştiği, demokratik kurum ve kuralların iyi işlediği gelişmiş ülkelerin, yatırımcının beklediği güveni, ilave bir mali ve ekonomik teşvik sağlamadan gerçekleştirdiklerini ortaya koymaktadır. Bu ülkeler gerçekleştirdikleri yatırım ortamı ile milli sermayelerini geliştirdikleri gibi yabancı sermayenin ülkelerine transferinde oldukça başarılı bir yol izlemektedirler.
Jose A. Gomez-Ibanez'in "Regulating Infrastructure-MONOPOLY, CONTRACTS AND DISCRETION" kitabı, altyapı yatırımlarının gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, yaklaşık iki yüz yıldır izlediği seyri çeşitli senaryolar ve yasal çerçeveler altında inceliyor. Altyapı yatırımının tekel niteliğinde olması, devlet tarafından yatırımcılara sözleşmeyle verilmesi veya bir düzenleme otoritesinin denetiminde sözleşmelerle serbest yapılması gibi alternatiflerde dünyadaki genel eğilimleri değerlendiriyor.
Ibanez, ülkelerin yasal alt yapılarının sermayenin güvenliği üzerindeki etkilerini değerlendirirken, bir yandan Common Law-Müşterek Hukuk sistemini uygulayan iki ülkeyi, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada'yı kendi yapısal dinamikleri ve yönetim sistemlerini dikkate alarak incelemektedir. Diğer yandan iki farklı sistemi, Müşterek Hukuk Sistemi ile Civil Law-Medeni Hukuk Sistemini karşılaştırır. ABD ve Kanada'yı karşılaştırması sırasında dikkate alınan kriter devletleştirme durumunda yatırımcıya verilecek tazminatın gerçek zararı karşılayıp, karşılayamaması üzerine kurulmuştur. Ibanez, her ülke uygulamalarındaki dinamikler ve anayasal süreçlerdeki farklılıkların, altyapı yatırımlarında PUCs (Public Utility Commissions) Düzenleyici Kurumları nasıl yarattığını ve bu kurumların hikayelerini örnekleriyle anlatıyor. Düzenleyici Kurumlarla (PUC) ilgili sürece bir sonraki yazımda değineceğim.
Büyük Sanayi Devrimi öncesinde İngiltere'de siyasi sistemi tamamen değiştirerek, kişisel haklar ve ekonomik özgürlükleri yeni bir boyuta taşıyan büyük bir değişim gerçekleşir: Glorious Revolution - Muhteşem Devrim. Yatırımcı tercihlerini ve sermaye birikimini etkileyip tetikleyen bu devrim, dünyada güçler ayrılığını doğuran gerçek bir demokrasi dönemi başlatır.
Güçler ayrılığının ekonomik ve mali özgürlükler üzerindeki etkilerini dikkate alan Ibanez, yatırımcıların tercih yaparken göz önünde bulundurduğu bu konuyu yıllar önce yapılan ilginç bir çalışmaya referans vererek açıklamaya çalışır. Yazar, Douglass North ve Barry Weingast'ın "The Journal of Economic History" Aralık 1989 sayısında yayımlanan "Constitutions and Commitment: The Evolotion of Institutions Governing Public Choice in Seventeenth-Century England" başlıklı ortak çalışmasından bahsederek, güçler ayrımının geçerli olduğu, kurumlar arasında denge-fren mekanizmalarının etkin çalıştığı ülkelerde, devletin yatırımcılara daha az müdahale etmesinin doğal sonucu olarak sermaye piyasalarının daha çok geliştiğini, bu ülkelerin daha çok yatırım çektiklerini iddia ediyor. İkilinin çalışmasında özetle, İngiltere'de 1688 yılında gerçekleşen Muhteşem Devrim ile Kral'ın yetkilerinin kısıtlanarak, gücünün Parlamento ve Müşterek Hukuk sistemi ile dengelenmesi ertesinde Bank of England-İngiltere Bankası'nın ortaya çıkmasına da neden olan süreç ve dünyada özel sermaye piyasalarının gelişimi anlatılıyor.
İngiliz monarşisinde Stuart hanedanın Tudor ailesinden kraliyeti devraldığı 1603 yılında kamu gelirlerinin yönetiminde ciddi bir krize yol açılmak üzeredir. Kral, sarayın varlığını sürdürebilmesi için gelire ihtiyaç duymakta, kendi başına bir çözüm bulmak durumundadır. Parlamento onayı almadan vergi toplayamadığı gibi, İngiltere Parlamentosu da kamu harcamaları ve kamu yatırımlarının şekillenmesinde çok sınırlı bir yetkiye sahiptir. Denetleme gücü adeta yok gibidir. Parlamento, fonksiyonel olarak savaş gibi olağanüstü dönemlerde Kral'a fazladan vergi toplaması için yetki vermenin dışında, kısıtlı da olsa gümrük vergileri gibi ek kaynaklar için olanak sağlamaktadır. Sistem çözümsüz bir yola girmiştir. Stuart Hanedanı'yla birlikte krallar, özellikle de Charles I, Parlamento onayı olmadan, keyfi şekilde gelir toplamanın bir yolunu bulacaktır.
Stuart Hanedanı'nın hüküm sürdüğü bu dönemde, geleneksel kaynaklardan sağlanan gelirler, hiçbir zaman yapılan harcamaları karşılayamaz. Kraliyet mülklerinden sağlanan gelirler, toplam gelirin ancak yarısını oluşturmaktadır. Açığı kapatmak için krallar sürekli olarak mülklerini satmayı tercih etmektedir. 1588 yılında İspanya ile yapılan büyük savaş sonunda Kraliçe Elizabeth I, mülklerinin neredeyse yüzde yirmi beşini satar, 750.000 pound gelir yaratır. Elizabeth'in savaşından yüklü bir miras devralan James I, 1603-1624 yılları arasında kraliyet mülklerinin yine yüzde yirmi beşini elden çıkarır. Oğlu Charles I de (1624-1641) aynı oranda mülk satışlarıyla gelir yaratmaya devam eder. Durum adeta bir salgın gibi vahim ve kronik bir hâl alır. Satışlar devam ettikçe, mülk satışlarından beklenen gelir seviyesi gittikçe daha da düşmektedir.
Bu durum, Stuart'ların önceliği yeni gelir kaynaklarında aramalarına neden olacaktır. Ek gümrük vergileri konulması gibi çare arayışları Parlamento ile Kral arasında yeni bir çatışma alanı yaratacak, Kral'ın Parlamentoya danışmadan bu yola girmemesi durumunda ise ülke adeta iflasın eşiğine gelecektir. Kral için diğer bir çözüm doğrudan borçlanmadır. Gelecekte yapabileceği borçlanmalarda sorun yaşamaması için borçlanma sırasında mali gücünü ve potansiyelini dikkate almak, titiz davranmak zorundadır. Ancak işler böyle devam etmez. Kral servet sahiplerinden borçlanmayı başlatır. Bunu tehdit ederek "zorla borçlanarak" yapar. Borçların geri ödenmesi tamamen keyfidir. Orijinal borçlanma taahhütlerine çoğu zaman uyulmaz. 1604 yılının beşinci döneminde borçlanılan 111.89 pound, bir yıllık bir süre için tedarik edilmesine rağmen, dönem içinde borcun 20.363 poundluk kısmı ödenebilmiş, Aralık 1609 tarihine kadar ancak tasfiye edilebilmiştir. 1617 tarihinde yapılan borçlanmayla ilgili olarak 1628 tarihine kadar hiçbir ödeme yapılamamıştır. Kral, 1611 ve 1625 tarihleri arasındaki borçlanmalarında aynı tutumunu sürdürmüştür. Yıllar geçtikçe, görünürde Kral adına yapılan bu borçlanmalar, Parlamento onayını gerektirmeyen zorunlu vergilere dönüşmüştür. İngiliz Kralların kendi adına yaptıkları bu borçların geri ödemelerinde sözlerinde durmamaları, borçlanma koşullarında, vade ve faizde kendi lehlerine tek taraflı değişiklikler yapabilecekleri şeklinde bir algılama yaratmıştır.
Kraliyetin diğer bir gelir yaratma yöntemi ise tekel haklarının satışıdır. Krallar bu açıdan patent haklarının verilmesini bile gelir yaratma amacıyla kullanırlar. Dönemin en çok iz bırakan gelir unsurlarından biri de soyluluk unvanlarının satılmasıdır. Lordlar Kamarasının üye sayısı bu satışlar nedeniyle hızla artmış, James I'in tahta çıkışı ile Muhteşem Devrim arasındaki dönemde Lordlar Kamarasındaki Lord sayısı neredeyse iki katına çıkmıştır. Kullanılan diğer bir yöntem ise piyasadaki belirli malların kamu menfaati adına, fiyatının çok altında satın alınması veya doğrudan el konulmasıdır. 1640 yılında bu amaçla yapılan satın almaların toplamı 40.000 pounda ulaşır. Kaynak yetersizliğinin had safhaya ulaştığı günlerde Kral James daha da ileri giderek, Baron unvanını 1.095 pounda satışa çıkarmış, bu satış sırasında sınırlı sayıda unvanın markete çıktığını ilan etmiştir. 1614 yılında Baron unvanı satışından 90.000 pound gelir elde edildiği söylenmektedir. Ancak James bu süreçte de sözünde durmamış, ilan ettiği sayıdan daha fazla unvan satarak Baron unvanın satış fiyatını bir anda 220 pounda kadar düşürmüştür. Örneklerin en kötüsü 1640 yılında yaşanır. Kral, özel kulede saklanan özel şahıslara ait 130.000 pound değerindeki külçe altına doğrudan el koyarak sayısız tüccarın iflas etmesine neden olmuştur.
Kralların yarattıkları büyük güven bunalımının arkasında Parlamentodan yeterince gelir toplama yetkisi alamamaları yatmaktadır. Parlamento, Kral'a yetki onayını verirken onun hiçbir zaman kabul edemeyeceği koşul ve sınırlandırmalar koymakta, bu durum kralları sürekli yeni gelir yaratma maceralarına itmektedir. Kral'ı kısıtlayan sadece Parlamento değildir. Müşterek Hukuk sistemi yargıçları da kullanılmak istenilen diğer gelir kaynaklarını kısıtlamak için ciddi bir mücadele içine girmiştir. Artık devrim süreci başlamak üzeredir.
1621 yılında, Parlamento Tekeller Kanunu'nu çıkararak patentlerin geleneksel yollarla korunmasının yolunu tekrar açar. Müşterek Hukuk Mahkemeleri de 1601 yılında meşhur Case of Monopolies -Tekellerin Durumu- kararını alarak, Kral'ın tekel uygulamalarından gelir yaratmasını yasa dışı hale getirirler. Krallar yine de türlü yollara başvurarak bu kısıtlamalardan kaçınmanın yolunu bulacaktır. Her şeyden önce Kral, sahip olduğu gücü bir imtiyaz olarak kullanmak isteyecektir. Bu şekilde kanunları askıya alacak veya bazı yasa hükümlerini belirli şahıslar için uygulamayacaktır. Elinde son koz olarak kullandığı, her zaman kontrolünde olan temyiz mahkemesi Star Chamber -Üst Mahkeme vardır. Üst Mahkeme, üyelerini Kral'ın atadığı yasama, yürütme ve yargısal gücün üstünde bir temyiz mahkemesidir. Kendi atadığı ve mali yönden desteklediği yargıçlardan oluşan bu mahkeme Kral için en büyük koruma mekanizması olarak çalışmaktadır.
Stuart Hanedanı bu konumunun farkında olup, temyiz yargıçları üzerindeki etkilerini özenle korumaya çalışır. Parlamento'nun varlığı nedeniyle yetkilerin kısıtlandığı durumlarda Kral, normal yargıçlarının reddettiği her konuyu kendisinin daha güçlü olduğu Üst Mahkeme'ye taşır ve kararlarını temyizi mümkün olmayacak şekilde kesinleştirmeye çalışır. Üst Mahkeme'nin bu tutumu sonunda Kral'a karşı koalisyonu daha da güçlendirecektir.
Kral'a karşı başlatılan mücadele sonunda bir iç savaşa dönüşecektir. Parlamento'nun öncülüğünde savaşı kazanan demokratik güçler, Kral'ın gücünü kötüye kullanarak istismar ettiği yetkilerini ve etkisi altında karar veren kurumları hızla yeniden düzenlerler. Tüm yargı kararlarının Müşterek Hukuk sistemine göre verileceğini ilan ederek Üst Mahkeme'yi 1641 yılında kaldırırlar. Bu süreçte mülkiyet hakları garanti altına alınır. Parlamentonun yetkileri kesin olarak belirlenir ve Parlamentonun izni olmaksızın kralların hiçbir işlem yapamayacağı yasayla kesinleşir. İşgücünün serbestçe hareket etmesini sağlayan düzenlemeler yapılır. Bu gelişmeleri toprağın kullanımını kısıtlayan engellerin kaldırılması ve piyasaların serbestçe faaliyette bulunmasını sağlayan tedbirler izleyecektir.
İç savaşın sonunda İngiliz monarşisi lağvedilecek, Lordlar Kamarası kaldırılacaktır. Ancak bir süre sonra, 1660 yılında tekrar geriye dönülerek Monarşi yeniden ihdas edilir. Stuart'lar tekrar iş başına gelir. 25 yıl süren ve eski yıllardaki çatışmalara benzeyen olayların tekrarı sonucunda hanedan değişir, meşrutiyete geçiş sonrasında Kraliyet William ve Mary'e teslim edilir. Tüm bu değişimler sonucunda İngiltere'de mali bir devrim gerçekleşmiştir. Yeni dönemde Parlamento'nun üstünlüğü kesin olarak kabul edilmiş, mali konularda adeta tek yetkili kurum haline gelmiştir. Parlamento yürütmenin tüm harcamaları için denetleme yetkisi alarak, dünyada denetimli modern bütçe mekanizmalarının kurulmasında öncülük yapmıştır.
Devrimin diğer önemli aşamasında Kral'ın birçok imtiyazını yok edilir. Üst Mahkeme kaldırıldığından, yargı sistemi tamamen bağımsız hale gelmiştir. Yargıçlara ancak ağır cezalık suç işlemeleri durumunda veya Parlamento'daki her iki meclisin ortak kararı ile görevden el çektirilebileceklerdir. Siyasi hakların ekonomik bağımsızlığın temeli olduğu kabul edilerek, ekonomik haklara yönelik haksız saldırılar ve tecavüzlerin önü kapatılmıştır.
Yapılan mücadelelerin ardından artık Parlamento'nun üstünlüğü kuralı hakimdir. Kral yönetimde yalnız değildir, Parlamento'nun içinde ve kontrolü altında olup, kendisini kutsal yetkileri olduğu iddiasıyla, hukuktan üstün olduğu şeklinde savunamayacak konuma gelmiştir. Yeni vergiler artık Parlamento onayı olmaksızın konulamayacağı gibi, Kral'ın her türlü icraatı müşterek hukuk sisteminin ve bağımsız yargıçların denetimi altına girmiştir.
Yeni düzende getirilen kurumsal düzenlemelerle servet sahiplerinin devlet üzerindeki kontrolü gittikçe artmaya başlar. Borçlanma için yapılan kamu tekliflerini değerlendirirken servet sahipleri artık daha özgüvenli ve güçlüdürler. Parlamento kamu gelirlerini sağlam kaynaklar üzerine oturtarak, gelişmekte olan piyasalara güven vermeye devam eder. Kamu kaynaklarının sağlam ve güvenilir bir yapıya kavuşmasından güç alan Kral William bile sağlam finansman alt yapısına güvenerek Fransa'ya savaş açar. Tüm bunlar özel mülkiyetin daha fazla güvenceye alındığının sonuçlarını göstermeye başlamıştır. İngiltere sermaye piyasalarının gelişmesinde tarihi bir adım atmıştır.
Parlamento'nun aşırı güçlenmesi akıllara yeni bir soru getirir. Acaba Parlamento da eski düzendeki krallar gibi gücünü haksız şekilde kullanacak mıdır? Kurumsal gelişmeler Parlamento'nun böyle bir yola girmesine engel olacaktır. Kamu adına borçlanma Kral, Parlamento ve Yargı üçlüsünün iş birliği yaptığı dengeli bir süreçte gerçekleşecektir. Bu süreçte, Kral harcama talebinde bulunacak, Parlamento önüne gelen bu talebi değerlendirerek uygun bulması halinde yeterli miktarda fonu bu öneri için tahsis edecektir.
Yeni dönemde Parlamento'da bulunan Whig Partisi devletin ekonomik hayatta mümkün olduğunca sınırlı olarak rol almasından yanadır. Müşterek hukuk sistemi yargıçları da devletin yeterince sınırlandırılmasının zorunlu olduğunu düşünürler. Parlamento bu açıdan yetki kısıtlaması altına girmeye başlamıştır. Güçler birbirini iyice kontrol etme ve dengeleme sürecine girmiştir.
Fransa'da Colbert'ler, İngiltere'de Stuart'lar döneminde ekonomik hayata müdahale eğiliminde olan Parlamenter sistem, müşterek hukuk yargıçlarıyla girişilen mücadele sonucunda, hukuk sisteminin ekonomik hayatta oldukça etkin ve kontrollü bir rol oynamasını kabul edecektir. Artık piyasalardan kontrolsüz borçlanma uygulaması sona ermiştir. Yapılan borçlanma zamanında ve söz verildiği şekilde geri ödenecektir. Sürecin en olumlu yanı, İngiliz devletinin daha rahat ve uygun koşullarda borçlanmaya başlamasıdır.
Muhteşem Devrim'in sonuçlarını analiz ederken, kamu finansmanı ve kamu borçlanması üzerinde durmak yerinde olacaktır. Mülkiyet haklarına karşı oldukça hassas oldukları için gerçekleşmekte olan ekonomik ve politik devrimin en iyi göstergeleri sermaye piyasalarındaki değişimler olarak kendini gösterecektir.
a) Kral Arazileri teminat gösterilerek 1624 Yılında vadesi uzatıldı.
b) Kral Charles I tarafından 1624 yılında tek taraflı olarak faiz oranı %8'e düşürüldü.
c) Kral Arazileri Teminat gösterildi.
Tablo II'den anlaşılacağı üzere, 1604/5, 1611/2, 1617 ve 1625 periyodlarında krallar tarafından zorla borçlanma yapılarak kamu geliri yaratılmıştır. Kral bu yıllarda borcunu geri ödeme konusunda sözünü tutmamıştır. 1617 yılında James I, Londra'da 100.000 pound tutarındaki borçlanmayı yüzde 10 faiz sözüyle yapmış, ancak yıl sonunda sadece faizi ödeyerek, anaparayı vadeyi uzattığını ilan ederek ödememiştir. Geri ödemediği tutar için takip eden yıllarda hiçbir faiz ödemesi yapmadığı gibi, gerekçe göstermeden borcun vadesini sürekli uzatma yoluna gitmiştir.
1624 yılında bu defa Charles I faiz oranını tek taraflı olarak yüzde 8'e düşürmüş, ancak hiçbir faiz ödemediği gibi, 1628 yılına kadar anapara ödemesi de yapmamıştır. Bu güvensiz ortam doğal olarak borçlanma kaynaklarının güvenini altüst etmiştir. Kraliyetin dış kaynaklardan borçlanma potansiyeli bu süreçte doğal olarak yok edilmiştir.
Stuart Hanedanı ilerideki dönemlerinde borçlanma senetlerinin devredilebilir olması sağlayarak, yeni bir mali enstrüman yaratmasına rağmen, geçmiş birikimlerin patlattığı borçlanma bunalımı devletin ödemelerine bir nokta konulmasına neden olmuştur. 1672 yılında İngiliz hazinesi adeta iflas etmiştir.
1689-1697 yılları arasında, Fransa ile yapılan savaşların da içinde olduğu dönem İngiltere için yeni mali enstrümanların ortaya çıktığı bir başlangıç olacaktır. Bu yenilikler devletin borçlanmasının yönünü değiştirerek, kamu finansmanını daha kolay hale getirir. Devlet, yasalarla yeni vergileri ve bu vergilere karşılık olarak yapılacak borçlanma limitlerini belirleyerek "uzun dönemli yeni borçlanmalarını, uygulayacağı faizler ile birlikte" sağlam esaslara bağlamıştır. Böylelikle önceki yıllarda kuralsız olarak yürütülen zorunlu borçlanma alışkanlığı tamamıyla ortadan kalkmış; sermaye piyasalarına yeni bir yön verilmeye başlanmıştır.
İkinci aşamada, 1693 yılında uygulamaya geçecek yeni vergi kanunları karşılık gösterilerek 1 milyon pound gibi büyük bir miktarda borçlanmaya gidilmiştir. 1694 yılına gelindiğinde, borçlanılacak bir piyasanın adeta kalmaması üzerine, yeni ve daha büyük bir borçlanma çalışması yürütülürken, piyasadaki yatırımcılara İngiltere Bankası ile birlikte çalışmaları tavsiyesinde bulunulmuştur. Bankanın görevi ve sorumluluğu, devletin borçlanma politikasını yürütmek ve geri ödemeleri zamanında, aksatmadan yerine getirmektir. Bu görevleri yerine getirirken banka bazı kısıtlamalara tabi kılınmıştır; Parlamento'nun açık bir onayı olmadıkça hiçbir şekilde Kral'a borç vermeyecek ve Kraliyet'e ait mülkleri satın almayacaktır. Yeni kurumsal düzenlemelerle Banka, önceki borçların geri ödemelerinde sorun yaşanması durumunda, borçlanılan miktarların kullanımında derhal sınırlamalara gidebilecektir.
Güveni tazelemek için, vergi tahsilatından kaynaklanabilecek muhtemel bir ödeme zorluğu ile karşılaşıldığında, tedavülde olan borçların ödemelerini zamanında yapmak amacıyla 1698 yılında bir Garanti Fonu oluşturulmuştur. Diğer bir önemli yenilik ise, basılan madeni paraların standart bir ayara kavuşturularak, değerinin korunması için getirilen düzenlemedir. Yıllarca tedavüldeki paraların traşlanarak değerlerinin aşınması nedeniyle oluşan güven kaybı bu şekilde önlenmeye çalışılmıştır.
Yapılan çalışmalar sonucunda İngiltere'de modern sermaye piyasalarının önü açılır. Reformun etkisi beklenenden daha olumlu sonuçlar vermiştir. İngiltere Bankası'nın kuruluş sürecinde, sermaye iştirak payları ödemelerinin, öngörülen sürede ve oldukça kısa bir dönemde tamamlanması büyük bir sürpriz olmuş, güven vermiştir. Bankanın sermayesinin üçte biri ilk gün, diğer üçte biri sonraki iki gün içinde ödenmiş; bakiyesi on gün içinde tamamlanarak, sermaye yükümlülüğü tamamıyla yerine getirilmiştir.
Tablo III'ten anlaşılacağı üzere, Devrim öncesi kamu harcamaları 1,8 milyon pound seviyesindedir. Son yirmi yılda yavaş ama düzenli bir artış görülmektedir. Kamu borcu 1 milyon pound civarında olup, 41 milyon pound olduğu tahmin edilen Gayrisafi Yurtiçi Hasıla'nın (GSYİH) yüzde 2 veya 3'üne denk gelmektedir. Bir karşılaştırma yapılırsa, o günlerde Hollanda yüzde 4 gibi düşük bir faiz oranı ile 5 milyon pound gibi büyük bir borçlanmayı kolaylıkla yapabilirken; İngiltere kısa vadeli küçük bir borçlanmayı bile yüzde 6 ile yüzde 30 arasında, büyük bir marj içinde oldukça yüksek bir maliyetle ancak gerçekleştirebilmektedir.
Muhteşem Devrim bütün bu olumsuzlukların üstesinden gelmiştir. 1697 yılında, devrimden sadece 9 yıl sonra kamu harcamaları neredeyse dört kat artarak 7,9 milyon pounda yükselir. Artışın en büyük nedeni Fransa ile başlayan savaştır. Devletin mali kaynaklarını savaş harcamaları için hemen hazır duruma getirmesi, devrimin başarısının çok iyi bir göstergesidir. İngiliz devleti çok iyi koşullarda borçlanarak savaşı rahatlıkla finanse edebilmiştir. Diğer bir gösterge, kamu borcunun yine 9 yıl içinde zorlanmadan 1 milyon pounddan 17 milyon pound seviyesine ulaşabilmesidir. GSYİH'nin yaklaşık yüzde kırkı gibi bir borçlanabilme gücüne daha önceki dönemlerde ulaşmak neredeyse hayal gibidir.
Bütün bunların yanında, Fransa ile yapılan savaş büyük bir zaferle sonuçlanmıştır. Savaş sonrası durum değerlendirildiğinde, devlet harcamaları artarken bu harcamaların borçlanma ile finansmanı başarıyla gerçekleşmiştir. 1720 yılına gelindiğinde, kamu borçlanması 1688 yılına göre 50 misli daha fazla büyümüştür. Savaş harcamalarının kamu borçlanması ile karşılanması İngiltere için diğer bir kazanç olmuştur. Önceki yıllarda çok acı tecrübeler yaşayan İngiliz ekonomisi artık doğru yoldadır; kamu açıkları artmasına rağmen bu durum hiçbir şekilde enflasyonist bir eğilim yaratmamıştır. Fiyatlar genel seviyesi oldukça normal bir seyir izlemektedir.
Bütün bu gelişmelerin sevindirici tarafı borçlanmayla finansmandaki hızlı artışa rağmen faizlerin düşmeye başlamasıdır. Tablo IV' de 1690'lı yılların başlangıcında uzun vadeli faiz oranı yüzde 14 iken, aynı dönemin sonlarında 6 ile 8 arasında bir seviyeye düştüğü görülüyor. Faiz oranı yirmi yıllık dönem içinde düzenli bir şekilde inmeye devam ederek 1730'lu yıllarda yüzde üç gibi oldukça düşük bir seviyeye inecektir.
Bu göstergeler iki açıdan çok etkileyicidir: Finansmanı sağlayanların serveti ve sermaye birikimi olağanüstü artmıştır. Devlet borçlanması artarken faizler düşmüştür. Devletin finansman politikası piyasalarda enflasyonist bir beklenti yaratmamış, tersine uygulamalar güven yaratmıştır. Toplum yeni kurumsal gelişmeleri görüp, tanıdıkça uygulanan politikalara güvenini daha da artırmış, tepkilerini olumlu olarak yansıtabilmiştir.
North ve Weingast'ın bu konudaki tezleri, "mali açıdan doğru hedefler belirleyerek, taahhütlerine tam olarak uyan ve özel mülkiyete saygı gösteren politikaların mali sistemin oturmasına büyük bir katkı yaptığı" şeklindedir. Kişisel mülkiyet haklarına saygı Muhteşem Devrim'in amaçlarına ulaşması için çok büyük bir güvence olur. İktisat tarihçileri, sermaye piyasalarının gelişimi yüzyıllar öncesine dayansa bile, özel sermaye piyasalarının on sekizinci yüzyıldaki Muhteşem Devrim'le geliştiğini söylerler. Bankaların rolünün artmasıyla çeşitlenen yatırım alternatifleri tasarruflar için daha korunaklı yatırım araçları haline gelmiştir. Bu gelişmelerle bilinçlenen genç yatırımcılar babalarına göre daha yenilikçi olup, tasarruflarını madeni paralar, altın-gümüş külçeler ve plakalar olarak kasalarda saklama veya toprağa gömme yerine, yeni yatırım araçlarında değerlendirmeye başlarlar. Kamu borçlanmasının kaynağı olan piyasaları adeta iterek büyüten yeni kurumlar özel borçlanmalar için paralel dışsal faydalar yaratarak piyasaları çok yönlü etkilemişlerdir.
İngiltere Bankası kamu borçlanması konusunda yürüttüğü başarılı çalışmalarının hemen arkasından özel piyasalarla da ilgilenmeye başlar. Onu birçok banka takip edecektir. Bu gelişmeyle birlikte bireysel yatırımcıların tasarruflarının güvence altına alınıp, düzenlenmesi; borç veren ve alanlar arasında yapılacak aracılığı şekillendiren yeni kurumsal düzenlemelerin gündeme gelmesi sağlanmıştır. On sekizinci yüzyıla girerken her türlü ekonomik faaliyeti finanse etmeyi amaçlayan kurumların yanında sigortacılık gibi yeni mali hizmetleri düzenleyen yasalar hızla sisteme dahil olur. Bu döneme ilişkin yapılan çalışmalarda, özel piyasalarda geçerli faiz oranlarının kamu kredilerine uygulanan faizlere paralel gittiği anlaşılmaktadır. Özel piyasalardaki faiz oranlarının hızla düşmesi birçok yeni projenin yapılabilir olmasını sağlamış, sermayenin daha da büyümesi gerçekleşmiştir. 1690'lı yıllarda piyasadaki özel borçlanma senetleri 300.000 pound iken, on yıl sonra yıllık ortalamaları 3.400.000 pounda ve 1710 yılı başlarında yıllık 11.000.000 pound seviyelerine ulaşmıştır. 1720 yılında başlayan, 1721 yılında çoğunluğu küçük tasarruf sahibi birçok insanın intiharına ve sefaletine yol açan, yapılan soruşturmalar sonucunda Hazine Bakanı John Aislabie başta olmak üzere birçok parlamenterin görevinden alınmasına neden olan meşhur South Sea Bubble- Güney Denizi Balonu'nun yol açtığı felakete rağmen piyasalar 1715 ile 1750 arasında hızla büyüyerek Devrim öncesi dönem hacimlerini aşmışlardır.
Bu dönemde, Bankalar da hızla büyüyüp, gelişirler. İngiltere Bankasının arkasından 1720'lerde özel banka sayısı 25'e yükselmiş, bu sayı 1750'de 30, 1770 yılında 50 ve 1800'de 70'e ulaşmıştır. Londra dışındaki banka sayısı ancak 1750'lerden sonra artışa geçmiştir.
İngiltere ve Galler'de ticari borç senetleri ve dahili poliçeler ülke içi ticarette yoğun olarak kullanılmakla birlikte, ülkenin kuzey batısında henüz bir gelişme olmamıştır. Senetlerin ticari işlemlerde kullanım kolaylığının bankaların sisteme neden geç girdiği sorusuna iyi bir yanıt olduğu düşünülmektedir. Yapılan çalışmalar, İngiltere Bankası'nın üç ana faaliyet konusundan birinin senet iskontosu olduğunu göstermektedir. On sekizinci yüzyılda Banka'nın ihraç ettiği banknotların en önemli değişim aracı olarak kullanıldığı, öncelikle Londra'da, sonra da tüm İngiltere'de bu alışkanlığın gittikçe arttığı gözlemlenmiştir. Banka'nın kurulduğu ilk iki yılda piyasaya çıkan banknot miktarı 760.000 pound iken, 1720 yılında 2.900.000 pounda ve 1730 yılında 4.500.000 pounda ulaşmış, sonraki 30 yıllık dönemde bu seviyede kalmıştır.
Vadesiz mevduata gelince, bankanın kurulması ertesindeki toplam mevduat, yirmi yıllık dönemde 100.000 pounddan 1.000.000 pound seviyesine gelmiş; 1730 yılında toplam vadesiz mevduat 2.200.000 pound gibi büyüklüğe ulaşmıştır. Diğer bir önemli gelişme, İngiltere Bankası'nın kuruluşundan sonraki yıllarda özel kredilere yönelik operasyonlarına ağırlık vererek, 25 yıl içinde mali piyasaların hızla derinleşmesini sağlamasıdır. Gelişmeler sonucunda, büyük sayılara ulaşan özel sermaye sahiplerinin birikimleri mali sisteme güvenerek para piyasalarına akmış, özel sermayenin güçlenmesine neden olmuştur. Artık ülkede her türlü ekonomik faaliyeti finansal olarak destekleyebilecek, sayıca oldukça fazla özel yatırımcı vardır. 1724 yılında ticaret için açılan nehir ve kanalların uzunluğu bir önceki yüzyıla göre neredeyse iki katına çıkarak, 1.160 mile ulaşmıştır. İngiltere'de demiryolları öncesinde iç ticareti oldukça etkileyen bir süreç başlamıştır.
İngiltere'nin Fransa ile sürdürdüğü rekabet, devrim sonrası gerçekleşen büyük finansal dönüşümle İngiltere'yi hızla öne çıkarmış, büyük bir dünya gücü olmasının önünü açmıştır. 1688-1697 dönemindeki ilk büyük savaşı kazanan İngiltere, savaşı fonlayacak büyük mali birikimi ile 1703-1714 savaşında da büyük bir üstünlük sağlayarak Fransa'yı yeniden hüsrana uğratmıştır. Savaş maliyetlerini borçlanarak karşılayabilme kabiliyetinin olmaması nedeniyle, Fransa 1764 yılında sona eren "Yedi Yıl Savaşı"n" ağır bir barış anlaşması imzalayarak kaybedecek, sonrasında büyük Fransız Devrimi gerçekleşecektir. Fransa bu savaş ertesinde Kuzey Amerika'daki iki kolonisini, Louisiana ve Kanada'yı İngiltere'ye terk ederek büyük bir ekonomik güç alanını da kaybetmiştir.
Tarihten yansıyan bu olaylar bir gerçeği ortaya çıkarıyor. Ülkelerin benimsedikleri hukuk sistemi, sermaye birikimini etkileyen en önemli yapısal unsur olarak görülüyor. Piyasa oyuncularının ve karar vericilerin daha özgür olduğu, denge ve fren mekanizmalarının etkin olarak çalıştığı ülkelerde, sözleşmeler daha özgür bağıtlanıp, uygulanıyor, özel mülkiyet hakları daha fazla güvencede oluyor. Yatırımcılar mülkiyet haklarının ani kararlarla ellerinden alınmayacağını bildiklerinden ve yeni yasal uygulama ve değişikliklerle rakiplerinin kendilerinden daha avantajlı haklara sahip olamayacaklarına emin olduklarından daha çok yatırım yapma arzusu duyuyorlar, yatırımlarına güvenle devam ediyorlar.
Dünyada iki hukuk sistemi uygulanıyor. İngiltere ve eski kolonilerinde Common Law-Müşterek Hukuk Sistemi; Avrupa ülkeleri, Latin Amerika gibi eski kolonileri ve ülkemizde Civil Law-Medeni Hukuk sistemi var. North ve Weingast gibi yazarlar tarihsel süreç içinde Müşterek Hukuk sisteminin kişisel mülkiyet haklarına daha fazla saygı gösterdiğini iddia ediliyorlar. Bu alanda yapılan ve başta azınlık hisselerinin korunması olmak üzere, yatırımcı haklarını güvence altına alan düzenlemelerin tamamlandığı Müşterek Hukuk sistemini sahip ülkelerde, sermaye piyasalarının daha derinleştiği ve Medeni Hukuk sistemine göre daha çok küçük yatırımcının piyasada oyuncu olduğu, iddia ediliyor.
Bu düşünceyi savunanlar, Medeni Hukuk modelinde özel mülkiyetin ve kişisel hakların daha az koruma altında olmasını, sistemdeki yargıçların kanun metnini "salt kelimeleri yorumlayarak" karar vermelerine bağlıyorlar. Bu sistemde yargıç, ancak ve ancak, yasa metninin yorumunda açık bir ihlal gördüğü zaman müdahil olmakta, bu durumda da "uygulamayı yapan yürütme ile yasa metnini yazan yasama organına yargısal alana daha fazla müdahale etme" fırsatı sunulmaktadır.
Müşterek Hukuk sisteminde ise, yargıçların yasa metni üzerinde kelimelere bağlı kalmadığı iddia edilir. Bu sistemin temel felsefesine göre yargıçlar karar alırken, önceki benzer davaları ve konuları göz önünde bulundururlar. Bu görevlerini yerine getirirken duruma göre bir Jürinin desteğini alırlar. 1154 yılında tahta çıkan Kral Henry II'nin 1176 yılında yasalaştırdığı "Eyres - Gezici Yargıçlar" uygulamasıyla başlayan Jüri sistemi daha sonra değişik bir şekilde yapılanmıştır. Gezici Yargıç modeli, sonraları "Assize-Jürili Yargılamalı" mahkemeleri yaratmıştır. Sistem, yargılamada yasaya saygılı 12 adamdan destek alınmasını gerektirmektedir. 1166 yılında İngiltere'de Clarendon Assize'ında (Jürili Yargılama Mahkemesinde) uygulanan bu modelin, her kasabada ve her yüz kişilik yerleşim biriminde yasaya en uygun 12 kişi ile her köyden ek olarak 4 kişinin dahil olduğu bir jürisi vardı. Gezici yargıçlarla birlikte Jürili yargılama zamanla tüm ülkeye yayılarak Müşterek Hukuk sisteminin vazgeçilmez bir parçası olur. Yüzyıllar önce jürili sistemi de içine alıp sindiren bu modeli savunanlara göre, yargıçlar yargılama sürecinde, yürütme ve yasamanın baskı ve etkisinden arınmış, bağımsız bir güç olarak varlığını kanıtlamıştır.
Müşterek Hukuk, İngiliz Monarşisi'nin büyük baskısına rağmen Muhteşem Devrim'i başarıyla aşarak olgunlaşırken Medeni Hukuk sistemi, devletin toplumda en büyük oyun kurucu ve son söz sahibi olduğu düşüncesi üzerinde varlığını sürdürmüş, Napolyon döneminde Fransa'nın yayılma sürecine paralel olarak Avrupa'nın büyük bir kısmını etkisi altına almıştır.
Kanaatimce güçler ayrılığının güvence altına alındığı, yargıç güvencesi ilkesinin, Doğal Yargıç Prensibi'nin güçlendirildiği Medeni Hukuk sistemi, yatırımcılara en az Müşterek Hukuk sistemi kadar güvence sağlamaktadır. Önemli olan sistemin temel yapısının ve dengelerinin özenle korunması ve temel hak ve özgürlüklerin yanında ekonomik özgürlüklerin Anayasal güvence altına alınmasıdır. Gelişme sürecinde sermaye yetersizliği çeken, yabancı sermayeye şiddetle ihtiyaç duyan ülkelerin mevcut ve potansiyel yatırımcılara sağlaması gereken en büyük kolaylık ve teşvik, hukuk sistemin sağladığı güvencedir.
Kaynakça