1873 yılının ılık bir 1 Nisan akşamı. Güllü Agop Kumpanyasının Ahmet Gedik Paşa Tiyatrosunda sahneye koyduğu oyunu coşku ve gururla izleyen yüzlerce İstanbullu, huzur içinde evlerinin yoluna koyulurlar. Yıllardır bu kadar güzel bir duygu fırtınası yaşamamışlardır. Kırım Savaşı sırasında, Ruslara karşı Silistre'de yapılan müthiş savunmayı canlandıran duygusal oyunun adı Vatan yahut Silistre'dir. 1856 yılından beri güzel haberlere ve mutlu sona adeta aç kalan, Balkanlardan her gün yeni bir toprak parçasının ayrılık sinyallerini alan toplum, yeni bir başlangıç ve yeni bir umut beklemektedir. Üç yıl içinde altı Sadrazam değiştiren Padişaha karşı güvensizlik zirveye çıkmış, ülkede açlık ve kıtlık hiç görülmeyen seviyelere ulaşmıştır. Hazine iflasın eşiğindedir.
Osmanlı sarayında durum gittikçe daha karışık ve anlaşılamaz hale gelir. Rusya her vesile ile baskısını artırarak, işleri daha da zor duruma sokmaya çalışır. Sultan Abdülaziz bütün bunlar olurken horoz dövüşü turnuvaları düzenleyip, kazananlara madalya verecek kadar saçma işlerle uğraşmakta, etrafındaki herkesi şaşkına çevirmektedir. Huzuruna gelirken gözlük taktığı için bir paşayı hiç beklenmedik şekilde, çocuk gibi azarlaması İstanbul'da günlerce konuşulmuş, bu ve benzeri olaylarla devlet yönetimi son derece keyfi bir hal almıştır.
İstanbulluya ümit ve heyecan veren Vatan yahut Silistre, yetim bir genç kız Zekiye ile yakışıklı sevgilisi İslam'ın hikayesidir. Zekiye rolünü çok tanınmış bir Ermeni bir oyuncu, Piranuh oynar. Namık Kemal, 1872 yılının sonunda Gelibolu'da yazmaya başladığı bu güzel eserini 1873 yılı Mart'ında İstanbul'da tamamladığında 33 yaşındadır.
Eserin ilk performansında, izleyicilerin yoğun ilgi ve coşkusuna Namık Kemal'in mahçup bir selamlamayla karşılık vermesi üzerine, kalabalık bir grup yetinmeyip, çalıştığı İbret Gazetesinin Galatasaray'daki idarehanesinin önünde toplanmış, ikinci bir kutlamaya başlamıştır. "Çok yaşa Namık Kemal", "Çok yaşa Vatan", "Allah bizim Muradımızı versin, biz Muradımızı isteriz."
Yüksek sesle yapılan bu tezahürat derin uykuda olan Abdülaziz'ı uyandırmaya yetmiştir. Şehzade Murat, Namık Kemal'in de yakın dostu, halkın sevdiği aydın bir saraylıdır. Halkın Muradımızı isteriz söylemini çok iyi kavrayan ve tehlikenin farkında olan Padişah'ın kafasında soru işaretleri gittikçe daha da artmaya başlar. İbret ve eserin sahneye konulacağını anons eden Sirac gazeteleri hemen kapatılır. Namık Kemal ve arkadaşları tutuklanır ve sürgüne gönderilir. Güllü Agop'un Osmanlı Tiyatrosu Kumpanyası ise hiç ceza almaz. Piyes, Namık Kemal sürgünde iken bile sahnelenmeye devam eder. Hatta, sarayda Abdülaziz'in huzurunda iki kez temsil edilir. Namık Kemal'le sürgüne giden Ebüzziya Tevfik, "Süleyman Nazif Bey'e" başlıklı 21 Mayıs 1908 tarihli mektubunda eserin İstanbul'da ilk iki ayda 47 kez sahneye konulduğunu; daha sonra İzmir ve Selanik gibi şehirlerde 3 yıl içinde yaklaşık 500 kez sahnelendiğini yazar.
Birden fazla şehirde yüzlerce kez sergilenen eser, topluma daha önce hiç tanımadığı sıcak bir duyguyu hissettirir. Yüzyıllarca Halife Padişahın sadık ümmeti rolünü oynayan insanlar, batı toplumlarının zorlu bir süreç sonunda kazandığı soyut bir kavramı o gece Gedik Paşa Tiyatrosunda sahneye geldiğinde en güzel haliyle hissetmiştir. Vatan Aşkı.
Şinasi'nin okuyucularını millet kavramıyla tanıştırdığı gibi, Namık Kemal de, Mısırlı Şeyh Rifaa al-Tahtawi'nin birkaç yıl önce popüler hale getirdiği başka bir Arapça kelime üzerinde çalışır. Onun kullandığı kelime kısmen dinsel bir kavramla süslenmiştir. Sunduğu kelime vatan; toprak, nehir ve deniz kıyısı gibi fiziki kavramlardan çok farklıdır. Namık Kemal bu kavramı İbret gazetesinde yazdığı sıralarda okuruna çok ince çizgilerle tanımlamıştır. O kavram, katibin kaleminden çıkan hayali bir ifade hiç değildir. Milliyeti, kardeşliği temsil eden, atalarına saygıyı esirgemeyen, ailesini seven ve gençlik ideallerini koruyan bir tanımdır.
Namık Kemal'in vatansever yaklaşımı, onu çağdaşı Avrupalı sanatçıların yeni milletlerinin oluşumunda üstlendikleri benzer bir yola çekmiştir. Tıpkı Giuseppe Verdi'nin 1848'de yazdığı, İtalyan milletinin uyanışına vesile olan La battaglia di Legnamo'nun, eski bir zaferi, 1871 yılında Roma'nın başkenti olacağı yeni İtalyan ulusuna müjdelemesi gibi. Aynı yıl Şansölye Bismarck Fransa'yı ezerek geçtiği müthiş harekâtında, tarihte bir ilk yaratarak Paris'teki Versailles sarayında tek ve birleşik Almanya İmparatorluğunu, Alman ulusunun zaferini ilan etmiş, Alman vatanının yerini kesin çizgilerle belirlemiştir. Yüzyıllarca beklendikten sonra.
Vatan yahut Silistre'nin yazıldığı yıllarda, Osmanlı toplumu Avrupa'da yaşanan değişimlerin aksine yeni bir millet anlayışından çok uzak bir şekilde, klasik feodal usulde yönetilmeye devam edilmektedir. Namık Kemal'in vatan kavramı ve özlemi altında, Avrupa'da yakından izlediği ve takdir ettiği değişimlere yakın bir model yatmaktadır. Değişik dinlere, etnik kökenli uluslara ve dillere sahip olsalar bile, vatandaşlarına yaşadığı toprağa kendi yaşamının parçası gibi bakma hissini veren, vatandaşın adeta bir parçası olduğu bir vatan anlayışı. Bu yaklaşımı ile adeta Osmanlı yurtseverliği kavramına bir şekil vermiş, Atatürk'ün önderliğinde 1920'lerde yeniden şekillenen Türk kimliğinin oluşturulmasına da ışık tutmuştur.
Namık Kemal 1840 yılında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Kendisi için en uygun işlerden biri devlet görevinde Osmanlı Tercüme Ofisinde görev almaktır. Bir süre bu işte çalışır. Montesquieu'dan eserler tercüme eder. Ancak hiç beklenmedik bir anda, ilginç bir olay hayata bakış tarzını değiştirir. 1862 yılında bir Ramazan günü Beyazıt Meydanının yakınlarındaki kitapçılarda gezerken, aralardaki bir büfeci, imza olarak "Kutsal" mahlasının kullanıldığı taş baskı üzerine yazılmış bir şiiri cebinden içeri sokar. Namık Kemal hiçbir beklentisi olmadan cebine sokulan kağıttan çok etkilenir. Kutsal imzası kendisinden on dört yaş büyük İbrahim Şinasi'ye aittir. Cebine konulan muhteşem şiir şimdiye kadar okuduklarına hiç benzememektedir. Artık eski edebiyat yoldaşlarına sırt çevirmenin zamanı gelmiştir, Namık Kemal kısa bir süre sonra Şinasi'nin birkaç ay önce kurduğu Tasvir-i Efkar gazetesinde çalışmaya başlar. Çalıştığı sıralarda, yeni gazetesinde Şinasi de olmayan yeni stratejiler uygular. Dahası, Şinasi'nin sürgüne gönderildiği yıl Tasvir-i Efkar'ın yönetimine geçtikten hemen sonra, keskin, güncel ve vatansever yazılara yer veren bir gazetecilik anlayışı ile yola devam eder. O günlerde, Girit'teki ayaklanmanın yarattığı huzursuzluklara ve İstanbul'daki Rum Meyhanelerindeki kışkırtmalara rağmen, Osmanlı sarayının olaylara ilgisizliği ve kayıtsızlığı üzerine yazılar yazar. Sonunda kendisi ve şair arkadaşları hakkında Padişaha suikast ve komplo hazırlığı içinde oldukları dedikodusu yayılır.
Ülkenin uzak bir noktasında, Mısır'da ise 1800'lü yılların ikinci yarısında başlayan yenilik hareketleri, Osmanlı'yı her alanda aşan modernleşme eğilimlerini beraberinde getirir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunu İsmail Paşa, modernleşme ve batılılaşma konusunda Avrupa'ya oldukça yakın bir çizgi izlerken, ülkede otoritesini ciddi bir baskı ile sürdürmektedir. İsmail Paşanın kardeşi Prens Mustafa Fazıl ise İstanbul'da yaşamakta, özgürlük hayalleri kurarak Avrupa'daki siyasilerle arasındaki dostluk ilişkilerini sürdürmektedir. 1862 yılında İsmail Paşa Padişaha mektup yazarak, kardeşini tüm haklarından mahrum bıraktığını, Mısır'ın gelecek yönetimlerinde artık söz sahibi olamayacağını bildirir.
Bu gelişme üzerine Prens Mustafa Fazıl İstanbul'dan ayrıldıktan sonra yerleştiği Paris'ten Padişaha açık bir mektup yazarak, ülkenin içinde bulunduğu ciddi sorunları anlatır. "Efendim, Sizin tebanız ikiye ayrılmış durumdadır, bir grup hiçbir kısıtlama olmadan diğerlerini ezmekte, diğer grup da merhametsizce ezilmektedir." Prens devam eder, "Bu sorunun çözümü için, kişi hak ve özgürlüklerinin teminat altına alındığı, yabancıların Osmanlıların işine müdahalesinin engellendiği, dinin dünyevi ilişkilerden uzaklaştırılarak sarayın kendi içinde kutsal bir anlam olarak tutulduğu bir modeli uygulamanız ve imparatorluğu korumanız için bir Anayasa hazırlamanız gerekiyor." Prensin kullandığı dikkat çekici bir ikazı "Din işlerini dünyevi işlerinden ayırmazsanız, din hem dünya işlerini hem de kendisini yok eder" ifadesidir.
Prens Mustafa Fazıl'ın mektubu, modern Türk siyasi tarihinin en önemli belgelerinden biridir. Doğrudan yönetimi hedef alan, hatta yöneticileri derinden etkileyen ifadeler taşımaktadır. Bu mektup, batı eğitimi alan, batı demokratik değerlerini ülkede tanıtmaya çalışan aydın Türklere, özellikle de Genç Türkler hareketine rehber olur.Mektubun taş baskı 50.000 nüshası İstanbul'da ve İmparatorluğun birçok şehrinde dağıtılır. Namık Kemal, Abdülhamit Ziya ve Ali Suavi gibi isimler bu süreçte yönetime olan eleştiri dozlarını gittikçe artırırlar. Osmanlı sarayının yoğun tutuklamalara başlamasıyla devrimcilerin büyük bir kısmı ülkeden ayrılıp,Paris'e gider. Artık Prens Fazıl Mustafa ile aynı şehirdedirler. Ülkenin Anayasası için hazırlıklara başlamanın zamanı gelmiştir. Ancak, dini esaslara göre yönetilen geleneksel Osmanlı devlet yapısından seküler yapıya geçme denemelerine daha zaman vardır.
1867 yılında Sultan Abdülaziz'in şehzadeler Abdülhamid ve Murat'la birlikte yaptığı Avrupa seyahatinde ilginç bir gelişme yaşanır. Tulon'da Abdülaziz'i büyük bir karşılama beklemektedir. Tulon halkı ve Fransa'da yaşayan Osmanlı tebaası padişahı büyük bir coşkuyla karşılar. Her yerde Türk ve Fransız bayrakları dalgalanır, askeri bando durmaksızın çalar ve şenlik havasını bütün şehre yayar. Bu hareketlilik arasında Sultan Abdülaziz, kendisini beklemekte olan Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa'yı kabul eder. Sultan Abdülaziz, bu kabulde gösterdiği sıcak ve samimi tutumuyla, Jön Türkleri destekleyen; dahası devlet işlerinin düzenlenmesi hususunda kendisine bir de zehir zemberek ikaz mektubu yazan Mustafa Fazıl Paşa'ya şahsi olarak kin gütmediğini göstermiş olur. Bu gelişme, Padişahın ziyareti sırasında, güvenlik endişesiyle geçici olarak izole edilen Genç Türkler arasında tedirginlik yaratır.
Aynı yıllarda, İslam aleminin bazı bölgelerinde, Prens Mustafa Fazıl'ın başlattığı reform düşüncelerinin kısmen de olsa denendiği görülür. Bunlardan biri, 1861 yılında Osmanlı hamiliğinde yönetilen Tunus'ta yaşanır. İngiliz ve Fransız konsoloslarının telkini ile kısmi bir meşruti monarşi uygulaması başlar. Uygulama ile icraatın (Bakanlar Kurulunun) atanmış konsey üyelerine hesap verilebilirliği sağlanır. Beş yıl sonra Prens Mustafa Fazıl'ın ağabeyi İsmail Paşa da Mısır'da seçilmiş bir meclis tesis eder. Ama gerek Tunus ve gerekse Mısır'da mevcut monarklar yönetim gücünün çok büyük bir kısmını ellerinde tutmaya devam ederler. Tunus reformu 1864 yılındaki isyan sonrasında hayal kırıklığı yaratarak, sonuçsuz kalacaktır.
Namık Kemal, Tunus ve Mısır'daki demokratik gelişmeleri hiç önemsemez. Batı baskısıyla yapılan Tanzimat Fermanı ve sonrası gelişmelere benzetir. Ona göre gerçek demokrasinin olmazsa olmazı tam bağımsız seçilmiş gerçek bir parlamentonun var olmasıdır. Ülkesinde kültürel gelişmelere öncülük yapan bir fikir önderi olarak, anayasal yönetim ile İslamın birlikte yürütülüp, yürütülmeyeceğini sorgular. Namık Kemal, Kuranı Türkçeye tercüme edecek kadar ateşli bir müslümandır. Yine de batıdaki demokratik gelişmelere olan merak ve ilgisini sonuna kadar sürdürür. 1867-1871 yılları arasında yönetim modelleri üzerinde düşüncelere dalar, iyi bir sonuca ulaşabileceğini düşünür. Paris onun çok yanlız olduğu, pahalı bir şehirdir. Bu anlamda, Prens Mustafa Fazıl'ın Tulon'da Padişah Abdülaziz'le buluşup, görüşmesi ve hatta el sıkışması, mali açıdan destek olduğu Genç Türkler arasında ciddi kırılmalara yol açar.
Avrupa, Namık Kemal için özgürlüğü tanıdığı yerdir. Fransa'dan sonra Londra'ya gider. İstanbul'da da gizli gizli okunan Hürriyet gazetesini çıkarır. Londra'da iken İngiltere'yi ziyaret eden Padişah Abdülaziz'le müthiş bir tesadüf sonucunda yüz yüze gelir. Hyde Park'taki Crystal Palace'in girişinde, Padişah kafasında fes olan üç kişiyi görünce sorar; "Kim bunlar?" Padişaha cevabı verenler üç gence bakarak, "Bunlar Osmanlı devrimcileri Hünkarım; Ziya, Agah ve Namık Kemal, gençler gelin Sultanınızı selamlayın" derler.
Bu seyahat Osmanlı tarihinde Padişahların ilk yurt dışı seyahatidir. Seyahatin İngiltere bölümünde, Kraliçe Viktorya Abdülhamid'i gözüne kestirmiştir. Avrupa'da birçok ülkede yaptığı gibi kızlarından birini onunla evlendirmeyi hayal ettiği söylenir. Her iki şehzade için bu seyahat çok etkileyici olmuştur. Namık Kemal de İngiltere'den çok etkilenmiştir. Emperyalist ve koloniyal bir ülke olması düşüncelerini kısmen olumsuz etkilese de, Londra ve İngiltere'den çok keyif almıştır. Yüzyıllar süren bir demokratik evrimin İngiltere'de yarattığı hava onu ciddi olarak düşündürür. Parklarda gördüğü, her yerde, fırsat buldukça kitap okuyan toplumun bir benzeri kendi ülkesinde de bir gün gerçekten var olabilecek midir? Tüm bu sorulara cevap ararken 1871 yılında yeni bir af çıktığı haberini alır. Genç Türkler artık ev yolundadır. Döndüğünde düşünce özgürlüğü hakkında uzun uzun yazar. İslami hukukun, medeni bir yaşama ışık tutan demokrasi idealine ters düşmeyeceğini düşünür ve araştırır. Mısır'da benzer düşünceleri savunan Rifaa al-Tahtawi, Namık Kemal'in kendisi ile aynı düşünceyi savunmasını mutlulukla karşılar. Tahtawi, batıda savunulan modern haklara, İslami bir ülkede de sahip olunabileceğini iddia etmektedir. Ancak, iki düşünür arasında ciddi bir fark vardır. Tahtawi, İsmail Paşa gibi bir despota razıdır. Namık Kemal'in işi daha zordur. O bir demokrattır.
Namık Kemal, İslam hukukunun kendi içinde varolan ve demokratik yapılanmalara izin veren ifadeleriyle tezini güçlendirmeye çalışır. Ona göre temsili demokrasi İslamla kesinlikle ters düşmemektedir. Buna rağmen, anayasal monarşik sistemi İslami sistem içinde modellemekte zorlanır. Sonunda İngiliz demokrasininin en istikrarlı ve uygun model olduğuna karar verir. Bunun için ülkenin siyasi ve askeri birliği olması gerekir. Vatan yahut Silistre oyununun yarattığı heyecan, ülkenin kimliğinin tek bir sultan otoritesinden sıyrılarak, yeniden yapılandırılması gerektiğine işaret etmektedir. Sultan ve halk arasındaki ilişki yeniden belirlenmeli, yasama ve yönetim birbirlerinden ayrılarak yeni bir model seçilmelidir. Halk isterse, Sultan ve Halifesini bile kendi belirleyebilmelidir. Bütün bu düşünceleri, sürgüne gönderilme gerekçelerini oluşturmaktadır.
Tam 38 ay süren uzun bir sürgün yaşamı olur. Kıbrıs'ta çok zor günler yaşar. Hastalanır. Çok sevdiği kızı Feride'yi çok özler. Yazdığı bir mektubunda; "Gönderdiğin mektubu ve kendi ellerinle yaptığın terlikleri aldım. Sanki yanıbaşıma gelmiş gibi oldun. Tavus kuşu hikayesini bilirsin. Kendi muhteşem renklerine o kadar hayranmış ki, bir gün tüylerinin arasında siyah bacaklarını görünce üzüntüden ağlamaya başlamış. Ben tam aksi bir durumdayım. Dermansızlığımı görünce çok üzülüyorum, ama aşağıya ayakkabılarıma bakınca çocuklar gibi gülmeye başlıyorum" ifadelerini kullanarak, çaresizliğini belirtir. Bütün bunlara rağmen, dış dünya ile ilişkisini tamamen kesmez. Bir kısmı zaten hayranı olan mahalli yöneticiler ile güzel dostluklar kurar. Dahası, kitaplarının İstanbul ve Kahire'deki satış gelirlerinden payına düşen haklarını bile almaya başlar. Nihayet, arkadaşlarının sabırla beklemesini tavsiye ettikleri günler gelir. Anayasal sisteme geçiş hazırlıkları başlamıştır.
1876 yılı baharı Osmanlının en sıkıntılı dönemlerinden birini yansıtır. Fransa-Prusya savaşında Bismarck'ın ani baskını sonrasında Fransa'nın aldığı ağır ve beklenmeyen yenilgi Avrupa'da dengeleri değiştirmiştir. Bismarck'ın kurduğu birleşik yeni Almanya İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rusya, Avrupa'nın büyük güçleridir. Her konuda belirleyici rol oynarlar. Osmanlı'nın Balkanlarda parçalanmasına yol açan süreçte, Avusturya-Macaristan 500 yıllık Osmanlı yurdu Bosna-Hersek'i işgal eder. Rusya kuzey Balkanlarda ayrılıkçı hareketleri destekleyerek bağımsızlıklarını destekler. Padişah'ın gereksiz ve müsrif harcamaları Hazineyi boş bırakmıştır. Donanmaya olan ilgisi nedeniyle dünyanın en büyük üçüncü deniz gücünü kuran Padişah, öte yandan kamuda maaşları ödeyemeyecek kadar aciz bir yönetim gösterir. Köylü açlık ve kuraklıktan kırılmaktadır. Rusya sempatizanı Nedimof lakaplı Sadrazam Mahmut Nedim Paşa ile baş başa verip, kara kara çözüm için düşünürler. Bu arada, dini okullardaki öğrenciler yabancılara sağlanan imtiyazlardan rahatsız olup, büyük çapta gösterilere başlarlar. Ülkede ilk defa muhafazakar ve ilerici kesimler aynı noktada endişelidir. Prens Mustafa Fazıl 1875 yılında ölünce, Namık Kemal'in zindanda olduğunu gören aydınlar yeni bir lider arayışına girerler. Ahmet Şefik Mithad Paşa, veya daha bilinen adıyla Mithat Paşa ismi ön plana çıkmaya başlamıştır.
Çok şık giyinen, gür sakallı Mithat Paşa, yazının giriş bölümünde bahsettiğim, dini bir tören sırasında gözlük taktığı için Padişahtan gereksiz azar işiten Paşadır. 1822 yılında doğan Mithat Paşa Balkanlarda hakim olarak görev yapmıştır. On yaşında Kuran'ı ezberlemiş, on sekiz yaşında devlet hizmetine girmiştir. Enerjik duruşu, vatanseverliği ve çözüm üreten kişiliği ile dikkat çekerek, 1864 yılında imparatorluğun Balkanlardaki çok önemli bir vilayetine, Tuna'ya vali olarak atanır. Eyalet, Türk, Yahudi ve Hıristiyan nüfusun yan yana yaşadığı huzur içinde bir bölgedir. Mithat Paşa toplum içinde çok güzel bir uyum yaratır. Yollar ve köprüler inşa eder, caddeleri ışıklandırarak, çok yeni bir projeyi hayata geçirir. Kurduğu Kredi Kooperatifleri ile bölge halkını, Hıristiyan ve Müslüman farketmeksizin tefecinin elinden kurtarmıştır. Bu başarısını taçlandırmak isteyen yönetim onu bu sefer ülkenin doğusundaki en önemli vilayetine, Bağdat'a vali olarak atar. Avrupa'daki yerleşim yerlerine göre oldukça geri kalmış bir bölge olan Bağdat'a gidince, ilk işi çok ortaklıklı bir şirket kurmak olur. Bu şirkete tramvay işletme imtiyazı verir. Sulama sistemi, Arapça Gazete, karantina sistemi, tasarruf bankası, yün ve pamuk işleyen atölyeler kurar. Farklı dine mensup öğrencilerin bir arada okuduğu okullar açar. 1850 yılında yüzde yarım olan okur yazarlık oranı hızla yükselmeye başlar.Fırat nehrinde ve İran körfezinde buharlı gemiler Mithat Paşa'nın gayretleriyle sefere girmeye başlamıştır. Bazı kabileleri yerleşime zorlayarak, şehircilikte yaptığı reformları güçlendirmeye çalışır. Tarımsal üretimi teşvik etmek ve tapu kayıtlarını düzene sokmak, yaptığı reform ve yeniliklerinden sadece en önemlileridir.
Mithat Paşa tipik bir Osmanlıdır. Osmanlı İmparatorluğunun, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda olduğu gibi birçok ulusu bünyesinde uyum içinde yönetip, bir ulus gibi kimliğe kavuşabileceğine inanmaktadır. Görev yaptığı hiçbir yerde iltimas ve keyfiliğe yer vermez. Çalıştığı insanları başarılı isimler arasından, Yahudi, Ermeni, Arap, Hırvat veya Türk ayrımı gözetmeksizin seçer. Dindar bir insan olmasına rağmen, bu özelliği onun tarafsız kişiliğini hiçbir zaman etkilemez. Yakınlarına "Göreceksiniz kırk, elli yıl içinde insanlar yeni kilise ve cami inşa etmeyecekler, ama okul ve yardımlaşma kurumlarının sayısı gittikçe artacak" diyerek, kehanette bulunur.
1872 yılında İstanbul'a döndüğünde ortalık iyice karışmıştır. Dini eğitim yapan okullar, Avrupalıların esiri olan Nedimof lakaplı beceriksiz Mahmut Nedim Paşa'nın görevden alınması için gösteriler yaparlar. Gösterilerde Padişah aleyhtarı bildiriler dağıtılır. Mutlakiyetin şeriata aykırı olduğu yüksek sesle dile getirilir. Mücadele sonunda ses getirir. 3 Mayıs 1876 günü Abdülaziz'in çok sevdiği ve güvendiği savaş gemileri Dolmabahçe sahillerine gelerek, gözdağı verir. Amaç gerçekleşmiştir. Top atışları ile Padişah'ın azledildiği duyurulur. Halkın çok sevdiği, Vatan yahut Silistre oyununun bitiminde "Muradımız" diyerek lehine gösteriler yaptığı Beşinci Murat Padişah ilan edilir. Binlerce insan meydanlarda toplanır, Türkçe, Rumca, her dilden sloganlar atılır, şarkılar söylenir. Sultan Murat'la yeni bir umut daha ortaya çıkmıştır. Bu gelişme üzerine başta Mithat Paşa olmak üzere arkadaşları Namık Kemal'i kurtarmak için seferber olurlar. Yeni anayasanın hazırlanması için ona gerçekten ihtiyaçları vardır.
Padişah Beşinci Murat'ın Abdülaziz'in kuşkuları nedeniyle sarayda sürekli gözaltında kalması nedeniyle ciddi psikolojik sorunları vardır. Kurtulmak için kendisini alkole veren Murat, Padişahlığının daha ilk günlerinde akli dengesindeki bozukluklar nedeniyle yönetim kabiliyetinin olmadığı görüntüsünü vermeye başlar. Bernard Lewis'in Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş nedenleri arasında baş sıraya koyduğu, şehzadelerin sarayda korku dolu bekleyiş döneminin yarattığı ruh hali bozukluğu, bir başka şehzadeyi daha akıl hastası yaparak hak ettiği tahtından alıkoyacaktır. Dahası, amcası Abdülaziz'in bileklerini keserek intihar etmesi ve kabinenin bazı üyelerinin deli bir piyade yüzbaşı tarafından katledilmesi, Sultan Murat'ın ruh halini iyice bozmuştur. Neticede, Namık Kemal'in Murat'ın Padişahlığa devam etmesi için yaptığı bütün çabalara rağmen, Mithat Paşa 27 Ağustos günü Murat'ın küçük kardeşi Abdülhamid'i ziyaret eder. Hazırladığı taslak anayasayı kendisine sunar. Abdülhamid önüne gelen bu fırsatı hiç kaçırmaz. Tüm şartları kabul eder. Siyasi hayata ancak ve ancak kabinesindeki Bakanlarına danıştıktan sonra karışacağını kabul eder.
31 Ağustos 1876 tarihinde Abdülhamid II, Padişah ilan edilmiştir. İstanbul'da üç ay içinde ikinci kez Padişah değişikliği olmuştur. Yeni Anayasa, insan haklarının ön planda olduğu Amerikan Anayasasının yüzyıl önce getirdiği yeniliklere göre oldukça geridir. Fransa, Prusya, Belçika ve İngiltere uygulamaları gözden geçirilir. Belçika Anayasasından ödünç alınan kısımları demokrasiyle uzaktan yakından ilgili olmayan bölümlerdir. Benzerlik daha çok despotik Prusya Anayasası ile bulunmaktadır. Hükümdara yine büyük bir güç tanınmakta, Sultana yüksek bir kamara (Ayan Meclisi) ile atanmış bir grubu parlamentoya sokma hakkı vermektedir. Mevcut haliyle mukayese edildiğinde, taslak metin sadece en kötü örnek Rusya modeline göre daha iyi bir görünüm vermektedir.
Parlamentonun hazırlık sürecinde Abdülhamid'in verdiği sözde durmayacağının ilk belirtileri alınmaya başlamıştır. Mithat Paşa Sadrazam olarak atanınca, bu durum yanlış bir yorumla liberallerin zaferi olarak algılanırsa da, her şey sarayda, Abdülhamid'in kontrolü altındadır. Anayasanın 113ncü maddesi Parlamentonun üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanmaktadır. Mutlak hükümdar isterse meclisi hemen feshedebilecektir. Üstelik, Abdülhamid'in kendisi, liberalizm ve anayasal sistemin ülkeyi ikiye böleceği inancındadır. Abdülhamid'in hayranları günümüzde onun 1909 yılına kadar süren hükümdarlığı döneminde Anayasayı ihlal etmediğini iddia ederler. Elindeki anayasa metninin kendisine sağladığı formülü başından beri çok iyi kavrayan Sultan, zamanı gelince çeşitli bahanelerle kendisine bu makamı sunanlara gereken ödülü vereceğinin de farkındadır.
Mithat Paşa, Anayasa'nın Padişaha sınırsız yetki veren 113'üncü maddesi yüzünden çok sevdiği dostu, yoldaşı Namık Kemal'in desteğini kaybeder. Namık Kemal, Damat Mahmut Celalettin Paşanın ayak oyunları ile son dakikada metne giren ve Sultana siyasi gerekçelerle sınırsız sürgün yetkisi veren bu maddeye şiddetle karşı çıkar. Sonuç olarak Mithat Paşa 19 Aralık'ta Sadrazam olarak atanır. Ancak Sadrazamlığı iki ay bile sürmez. 5 Şubat 1877 tarihinde Dolmabahçe Sarayına çağrılarak mührünü teslim etmesi ve imparatorluk yatına binerek sürgüne gitmesi gerektiği bildirilir. Sürgünden döndüğünde uzak bir vilayete vali olarak atama kararnamesi tebliğ edilirken, aynı anlarda, önceki Sultan Abdülaziz'i altı yıl önce taammüden öldürmekle suçlandığına dair tebligatı da alır. Tezgahı Abdülhamid kurmuştur. Tebligatı alınca ilk sorusu Saray Baştabibine olur. "Avrupa yakasındaki bir ölüm vakasına, saraya gelmeden, Asya yakasındaki evinizden nasıl teşhis koyabildiniz? Abdülaziz'in vücudundaki yaraları uzaktan nasıl tahayyül edip, hükmünüzü verdiniz?" Mithat Paşa, 1881 yılında Yıldız Sarayında kurulan Yıldız Mahkemesinde yargılayarak idama mahkum edilir. Batılı ülkelerin baskısı ile idam cezasından kurtulur. Taif'e sürgüne gönderilir. 8 Mayıs 1884 günü 61 yaşında iken yine Abdülhamid'in emriyle boğdurularak, öldürülür. Cenazesi 1951 yılında Taif'den getirilerek Abide-i Hürriyet Tepesine defnedilir.
Şinasi'yi tanıdıktan sonra bağımsız gazetecilik ülküsü ile ülkesinde vatan ve demokrasi ideallerini ateşleyen, karşılaştığı engellere, sürgünlere ve zindan cezalarına karşı yılmayan Namık Kemal ise, içine hiç sindiremediği yeni Anayasa sonrasında 1879 yılında Midilli Valiliğine atanarak İstanbul'dan ayrılır. 1884 yılında Rodos ve 1887 yılında ise Sakız adası Valisi olur. 2 Aralık 1888 tarihinde henüz 48 yaşında iken zatürreden hayatını kaybeder.
Kendisini tahta taşıyan muhaliflerinden birer birer kurtulan Sultan Abdülhamid oldukça rahatlar. Günlerini sarayında marangozluk yaparak geçiren Sultanın yaptığı ahşap işlerinde çok başarılı olduğu söylenir. Padişahlığı döneminde vatan toprakları arka arkaya ülkeden ayrılır. Bulgaristan ayrılma sürecine girdiğinde, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarına kavuşurlar. Ülke içine düştüğü sıkıntılı günlerde kıvranırken, Sultan Abdülhamid'e geceleri uyumadan önce başucunda başta Mike Hammer olmak üzere çok sevdiği polisiye hikayeler okunmaktadır. Yine de ülke meselelerine ve sorunlarına ilginç çözüm ve gerekçeler bulur. Reformist Padişah olarak bilinen babası Abdülmecit'in izinden gittiği için kendisini suçlar. "Babam Abdülmecit Han gibi liberal kurumları açıp, reformları yapacağıma, keşke dedem İkinci Mahmut Han gibi yapıp, Tanrının bana verdiği gücü, halkı yönetecek güç olarak daha etkin kullanabilseydim" diye söylenir.
Abdülhamid'in bu düşüncesi gerçeği tam olarak yansıtmamakta, aksine gizlemektedir. Türbesinde gömülü olduğu büyük babası İkinci Mahmut Hanın yaptığı reformlar sonrasında Osmanlı toplumu Şinasi, Namık Kemal ve Mithat Paşa gibi değerli insanları yetiştirme şansı bulmuş, bu değerli fikir öncüleri ölümlerinden önce ülkelerinde demokrasinin filizlendiğini görme imkanına kavuşmuşlardır. Onların filizlendirdiği düşünceler, toplumun her köşesinde yankı bulmuş, yirminci yüzyılın hemen başında, Sultan Abdülhamid'in azlinin sonrasında, kısa süren ikinci meşrutiyet deneyimine ve sonrasında gerçekleşen büyük Anadolu devrimine ışık tutmuş ve yeni bir ulusa geleceği için umut ve heyecan katmıştır.