Çok acı hayatlar yaşıyoruz on yıllardır.
Birilerimiz için övünç vesilesi olan söylemler birilerimizin inkâr edilmesinin ifadeleri oluyor. Birilerimiz için “şakilerin/teröristlerin temizlenmesi” olan yaşanmışlıklar birilerimizin katliamı oluyor.
Ve kan akıyor durmadan…
Çocukları öldürten, anneleri ağlatan ve demokratikleşmemizi sürekli öteleyen, kalkınma potansiyelimizi baltalayan, gerçekten kardeşleşmemizi imkânsızlaştırıp her işin başı olan insanlığımızı ha bire bölen, düşmanlaştıran acılı hayatlar yaşıyoruz on yıllardır…
Şu anda Türkiye için en devrimci iş nedir, en vicdani iş nedir, en ahlâki iş nedir diye arasak, cevabı barıştır.
Peki barış nedir?
Bu kan günlerinde öncelikle ateşkestir elbette, çocuklarımızı ölmemesidir; ama yetmez, çünkü gerçekte bizi haklarımızla, eşitlikle, hukukla, adaletle ve özgürlükle yaşatmaktır barış.
***
Celal Başlangıç’ın “PKK'den seçimler için 'çatışmasızlık' kararı” başlıklı yazısının altına girdiği yorumda Alaya Yaman, karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği çok yalın anlatmış:
“Gerçek şu ki Kürtler bu savaşı kendilerini yönetmek ve Diyarbakır valisini kendileri seçmek için yapıyor.”
Doğruya doğru; sorun gerçekten de bu kadar basit!
Bu kadar basit olunca çözümü de çok basit olmalı; ama gelin görün ki 30 yıldır kan akıyor memlekette.
Sadece 30 yıldır mı?
Ne yazık ki 1925’te de, 1930’da da, 1937-38’de de bu sorun hep kan konusu…
Peki neden?
Hikâyenin aslı kısaca şu:
Milli Mücadele’de birbirine yoldaşlık yapan iki taraftan biri, ulusal bilinci ve yönetim tecrübesi daha gelişkin olan taraf, Lozan antlaşmasıyla konumunu güvence altına alır almaz, dönüp diğer tarafa şöyle demiş:
‘Bundan sonra Kürtlük mürtlük yok, özerklik öngören 1921 Anayasası da bitti, her şey Ankara’dan belirlenecek ve burada yaşamanın önkoşulu Türk olmayı kabullenmektir!’
Sürecin bilgisine yabancılaştırılmış olanlara, sorunu karikatürize etmişim gibi görünebilir, ama işin gerçeği ne yazık ki bundan ibaret.
Böyle olunca, yani halkların birbirine adaletle kardeş olması engellenince, o gün bu gün Kürt olarak var olmak talebi ile kan birbirinden kopmaz olmuşlar.
***
Biraz vicdanla düşünelim: Diyarbakır valisinin Diyarbakır halkı tarafından seçilmediği bir ülkede demokrasi mümkün mü?
Veya şöyle soralım: Diyarbakır halkının kendi valisini seçmesine izin vermeyenlerin kardeşlik sözünün itibarı olur mu?
Üstelik zannediliyor mu ki bu sorun sadece Diyarbakırlının? Çünkü bunun engellendiği bir ülkede İzmirlinin laikliğine de, Konyalının mütedeyyinliğine de, Hacıbektaşlının Aleviliğine de karışan bir Ankara, her daim birilerimizin ensesinde boza pişirecek demektir. Ankara’yı ele geçirenin çocuklarımızın eğitiminden nasıl giyineceğimize kadar her şeye karışabildiği bu düzenin, aramızda demokrasi maskesiyle dolaşabilmesi de ayrı bir yurttaşlık ayıbı.
Oysa demokrasi, insanların kendi özgür tercihlerini ve haklarını gerçekleştirmenin engellenmesi değil, seçilmiş diye Diyarbakırlının, İzmirlinin, Konyalının, Hacıbektaşlının, evrensel hukukça kayıt altına alınmış olan temel hak ve özgürlüklerine müdahale edilememesidir.
***
Alaya Yaman eklemiş: “Kürtler onurları için savaşırken Türkiye iktidarları Kürtleri onursuzlaştırmak için savaşıyor”
Yalan mı?
Muasır medeniyetçisi de, Osmanlıcısı da, laiki de İslamcısı da, Kürtler “dağ Türkü’dür” diyeni de “Müslüman kardeşimizdir” diyeni de dâhil Türkiye’nin bu güne kadarki tüm iktidarları bu minval üzere yönetmediler mi?
Onur, hukuk dilinde, insanın haklarıyla yaşaması demek; bireysel hakları, sosyal hakları kimliksel hakları ile...
İnsan haklarıyla insandır ve kimliği de bu hakların evrensel hukukça tanınmış en temel belirleyenlerindendir. Kimliksel topluluklar söz konusu olduğunda onur, onların kolektif haklarının tanınmasıdır.
Kolektif hak, evrensel hukukun diliyle konuşacak olursak, kimliklerin kendisini var eden özelliklerinin baskıdan, asimilasyondan, inkârdan arındırılması, saygı görmesi demek. Aynı kaderi paylaştığı diğer kimliklerle hak eşitliği ekseninde özgür yaşaması, ortak taahhütler altına girdiği yasal mevzuat tarafından güvenceye alınması demek.
Diyeceğim o ki, hiç olmazsa “Kürtler yoktur”, “kart kurttur” ırkçılığını aşmış olanlar, hele ki “biz Kürt realitesini tanıyoruz” diyen herkes, hukuken ve tabii ahlâken artık daha çok kaçamayacağı bir yükümlülük altındadır.
Mademki Kürtler vardır ve bir ulusturlar, üstelik kardeşimizdirler, o halde kendimize hak gördüklerimizin onların da hakkı olduğunu kabullenmek zorundayız. Yok, Türkler için hak gördüğümüzü Kürtlere çok görüyorsak, dilimize pelesenk ettiğimiz “kardeşliği” bir sahtekârlık örtüsü olarak kullanmaktan vazgeçmeliyiz.
Yani iki şeyi; birincisi anadilleriyle eğitim görme hakkını, ikincisi kendi kendilerini yönetme hakkını tanımaktır kardeşlik!
Üstelik hak talep etmenin “bölücülük” ile yaftalanması da ayrı bir sorun alanı. Oysa bölücülük, ortak vatanı paylaşanların bir kesiminin farklı kimliklerinden gelen haklarını tanımayarak onları vatandaşlık haklarından yoksun bırakmaktır.
“Biz haklarımızı silahla aldık onlarda alsın!” diyenlerimiz var ne yazık ki. Milli Mücadele’nin, bütün belgelerde sabit olduğu gibi “biz Kürtler ve Türkler olarak” verildiği bir yana, bu “göze göz” mantığının hepimizi kör etmekten başka hiçbir sonucu olmayacağı da cabası.
***
Bu savaş ortamında bir kez daha düşünmeliyiz ki uluslararası hukuktan başka bir güvencesi de yoktur geleceğimizin.
Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin Önsöz’ünün:
”İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olmasına,
İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana yönelten vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına,
Dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulması en yüksek amaçları olarak ilan edilmiş bulunmasına,
İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına, (…)” şeklinde sürdürdüğü sözü, bizi egemenlik ilişkilerinin değil, insanın ve halkların önceliğine yöneltir. Bu öncelik ise medeniyet iddiasında bulunabilmenin çağdaş önkoşuludur.
***
Kürtlerin bu savaşı kendi kendilerini yönetme haklarının tanınması için yaptıklarını anladığımızda, ne yapıp edip onu bastırmak ve eşit yurttaşlık haklarının inkârını sürdürmek için kullanılan yöntemleri reddetmemiz gerek.
Bunu sadece Kürtlerin, hani ne derler, “analarının ak sütü gibi helal” olan haklarını tanımak için değil, aynı zamanda Türklüğü hak ihlal eden konumdan kurtarmak için de yapmak zorunlu.
Türklüğü, dünya insanlık ailesinin önünde, kendisi için, Kıbrıslı, Kerküklü, Uygur, Karabağlı “soydaşı” için hak gördüğünü, “bin yıllık kardeşine” hak görmez çifte standart konuma çıkarmak için de zorunlu.
Başta da belirttim ya; şu anda Türkiye için sorsak ki en devrimci iş nedir, en vicdani iş nedir, en ahlâki iş nedir diye cevabı açıktır.
Barıştır!
Kürdün kardeşliğinin hakkını tanımaktır!
Onu Türkle eşit kılmaktır!
Üstelik Kürt ben bağımsızlık istemiyorum, Türk kardeşimle birlikte ama onurumla, ama eşit yurttaş olarak yaşamak ve barışla yükselmemizi istiyorum, bunun için özerklik bana yeter diyorsa, bunu engellemek hem vallahi vicdansızlıktır hem de hukuken vicdansızlıktır!