Memleket gözü kara bir kararlılıkla başkanlık referandumuna sürükleniyor.
Ve işte bu ortamda Türk lirası, memleketin birikimlerini hızla tüketerek toplumu yoksullaştıran sistematik değer kaybına uğruyor.
Dolara karşı 2015'de yüzde 25, 2016'da yüzde 21 olan bu değer kaybı, 2017 yılının 11 gününde ise adeta dizginlerinden koparak yüzde 9,4’e fırlamış bulunuyor. (Mahfi Eğilmez)
Türk Lirası'nın, "kırılgan beşlinin" diğer ülkelerinden ve Trump'ın alenen hırpaladığı Meksika'dan bile açık ara farkla sergilediği bu değer kaybı, izlenegelen politikalar çerçevesinde Türkiye ekonomisinin dikiş tutamaz hale geldiğini gösteriyor.
Merkez Bankası’nın, finansal sisteme yaklaşık 1,5 milyar Dolar ilave likidite sağlayacağı belirtilen müdahalesinin de hiç bir işe yaramamış olması vahametin bir diğer göstergesi.
***
Memleketin birbirini izleyen diğer sorunları gibi, Türk parasının bu olağanüstü değer kaybı da, iktidarın sözcüleri tarafından, "referanduma giderken ülke ekonomisini dar boğaza sokmak" isteyen "üst aklın" komplosu olarak gösteriliyor.
Bu bağlamda, gidişata dair kaygılarını belirten yurttaşlar da, "Türkiye'ye ihanet” ile damgalanmaya, kriminalize edilmeye çalışılıyor.
Vizyonları, bizi Suriye bataklığına sürükleyen "stratejik derinlik"çilerin siyasal vizyonunu anımsatan kimi ekonomistler, yaşadığımız krizin hem izlenegelen ekonomi politikasının hem de bizi demokrasiden uzaklaştıran siyasal vizyonun bütünlüklü sonucu olduğu gerçeğine karşı akla ziyan gerekçelendirmeler yapıyor.
Oysa böylesi ciddi ve bütün alanlarda kötüleşen göstergelerle gerçekçi bir yüzleşmeye gidilmemesi halinde, başta ekonomi olmak üzere her alandaki kırılganlığın kangrenleşmesi kaçınılmaz görünüyor.
Sorunun iktisadi boyutunun, maalesef ki küresel kapitalizmin gerekleri doğrultusunda, öncelikle faizi görünür düzeyde yükseltmeyi zorladığı açık. Ne bankaları baskılamak, ne halkı döviz bozdurmaya yöneltmek ne de kara para akışı sağlamaya yönelik teşviklerin bu noktada kalıcı bir işlevi olmayacaktır.
Ama asıl önemlisi artık salt ekonomik araçlarla düzeltilemeyecek derinlik ve kapsamda bütünlüklü bir kriz karşısında olduğumuzun teslim edilmesi gerekiyor.
Nitekim arada yapılan müdahalelerin sonuçlarında da görüldüğü gibi, gelinen noktada salt ekonomik müdahalelerle mesafe almak mümkün değil. Çünkü gerek iç ekonomik göstergelerdeki bozulmanın ulaştığı düzey, gerek toplumsal barışı bozan dayatmalar, gerekse de dış politikada peşine düşülen hayaller sonucunda Türkiye’nin potansiyellerini emip yutan bir kara delik oluşmuştur.
Bu kara deliğin, “Türk ve İslam düşmanı bir Batı” hayaletine karşı savaşla aşılamayacağı açık. Üstelik iktidara taşınmasından, eski devletin tasfiye edilmesine, 2002 sonrası ekonomik yükseliş trendinden Ortadoğu’ya hâkimiyet hayalleri geliştirilebilmesine kadar AKP’nin tüm “başarı” hikayesinin altında o “üst aklın” rezervsiz desteği olduğu da açık.
Bu noktada memleketin ve toplumun daha da hırpalanmasından başka sonuç üretmeyecek olan totaliter ve yeni-Osmanlıcı yönelimlerin derhal terk edilmesi; bunun yerine, artık ülkenin çıkarlarını iktidarın çıkarlarına öncelemek anlamında “milli”, ama asıl önemlisi demokratik ve gerçekçi bir değişime ihtiyaç var.
***
Esasen mevcut sorunları "üst akılla" dışsallaştırmanın, "ne oldu da her şey böyle kötüleşti?" sorusuyla yüzleşmemizi engellemeye yönelik bir manipülasyon olduğu açık.
Oysa son iki yılın en yalın gerçeği, giderek derinleşen krizin, her ne pahasına olursa olsun memleketi başkanlık cenderesine sokmak ve bu bağlamda başkanlığa avantaj sağlayacağı düşünülen politika ve ittifaklara yönelmekten kaynaklandığını göstermektedir.
Başkanlık dayatması yükseldiği ve bu bağlamda demokrasi ve laiklikten uzaklaştığı oranda Türkiye'nin kalkınması da ve huzuru da imkânsızlaşmaktadır.
Memleketi, içine sığması mümkün olmayan bir cenderenin ve keyfiliğin içine sıkıştırma çabası, zaten tarihi boyunca, sorunlarını çözmek yerine ezmek ve ötelemek geleneğinin mağduru olagelmiş olan Türkiye'yi, toplumsal ve siyasal olarak da önünü göremez hale getirmiştir. Kısacası eğer memleketin çıkarını önceleyen bir geri adım atılmayacak olursa, bugünleri bile arayabileceğimiz bir geleceğe savrulmanın eşiğindeyiz.
Kuşkusuz dışsal siyasal nedenleri de var bu kırılmanın. Ancak Türkiye ile benzer koşullardaki ülkelerin aynı dışsal koşullar karşısındaki göstergelerine bakıldığında, yaşanan krizin, dışsal faktörlerden çok iktidarın politikalarıyla ilgili olduğu görülüyor.
14 yıl içinde milli hasılanın yüzde 58'inin borca dönüşmesi bile, yanlışlığı bir yana aynı zamanda gayrı milli bir ekonomi politika izlendiğini gösteriyor. 14 yılın en yalın bilançosu, her 100 liralık milli gelirin 58 lirasının borç olduğu bir "kalkınma modeli" uygulandığını gösteriyor; yani IMF'ye borçlarını sıfırlayarak görüntüyü kurtarmış, ama iliğine kadar borçlu kılınmış bir ekonomi gerçeğini!
Bu gerçeklikte yaşanan sorunları, “milli ekonomik yönelimden ve küresel güç olmamızdan rahatsız olan üst aklın oyunları" olarak açıklamak, hakikatle olan bağımızı daha da zayıflatmaktan ve bizi sorunlarımızı çözme yeteneğinden daha da uzaklaştırmaktan başka işe yaramaz.
Daha önemlisi, nasılsa sistem tarafından finanse ediliyor diyerek cari açığı sorun görmeyen bir uygulamanın kurbanıyız bugün! İktidar, başlangıçta Büyük Ortadoğu Projesi'ne, ardından da "Arap Baharı" ile emperyalizmin "model ülkesi" olmaya öyle çok güvenle, bu süreçte ara malı ve teknoloji üretimini geliştirerek bağımlılığımızı azaltacak en küçük bir planlama gereği duymamış. Aksine devlet olanakları, ortalama düzeyi ancak yol ve bina yapmaya yeten yandaş sermayedarı büyütmek için israf edilmiş; bu bağlamda 14 yıldır AB'nin ihale standardına bile direnerek rekabet çapı çok düşük kırılganlığı ise çok yüksek bir ekonomik yapı üretilmiştir.
Bir başka ifadeyle, siyaseti “Cumhuriyet parantezini kapatmak” üzere rövanşist bir yerden kurgulayan bir 2023 hedefini "dava" kılan bir yönelimin, bu davaya uygun bir sermaye birikim modelinin kaçınılmaz sorunları karşısındayız.
Dahası ekonomiye dayatılan İslamcı önyargılarla ve tabii plansızca sürdürülen inşaat sektörünü ayakta tutabilmek için sürdürülen negatif faiz politikası da, bu süreçte ekonominin kırılganlığını arttıran bir sonuç üretmiştir.
Diğer yandan, emperyalist sistem tarafından ilanihaye finanse edileceği güveniyle girilmiş olan müdahaleci dış politikanın, 2014 sonrasında sisteme rağmen sürdürülme inadı da, bugünkü ekonomik kırılganlığın temel nedenlerinden birini oluşturacaktı. Oysa sistemin Türkiye ekonomisini finanse etmeye devam etmesi için kendisiyle uyumlu olunmasını beklemesi eşyanın doğası gereğiydi.
Dolayısıyla emperyalizmin güdümünde başlatılan Suriye macerasının, 2014’ten sonra tek başına sürdürülme inadı, savaşın bütün sorunlarını Türkiye'nin içine taşırken, ekonomiyi de büyüyemez ve döndürülemez hale getirmiştir.
Bu koşullarda başkanlık sistemini halka benimsetebilmek için inşa edilen, "emperyalizme meydan okuyan lider" profili de, sorunları çözme olanaklarını daha da azaltıp krizi derinleştiren bir işlev görecekti. Sonuçta Türkiye, bölgede masada olabilmenin bedelini, Rusya'nın oyun planının aracı haline gelerek ve ekonomik konumu daha da kötüleşerek ödeyecekti. Öyle ki dünyada hareket alanı ciddi anlamda kısıtlanırken, tüm sermaye teşvik açıklamalarına karşın son çeyrekte ekonominin 1.8 oranında küçülmesi noktasına gelinmiştir.
***
Tam da bu noktada anımsatılmalı ki, “üst aklın dayatmalarını” göğüslemek için bile Türkiye'nin iç barışını sağlamaktan, demokrasiye ve tabii laikliğe yönelmekten daha etkili bir aracı bulunmamaktadır. Bunlar dışında yönelinen tüm yol ve düzenlemeler, Türkiye’yi her alanda daha da geri noktalara ve önünü göremez ve geleceğini planlayamaz noktalara itelemektedir.
Esasen enerji kaynakları ve teknoloji üretme kapasitesinin mevcut yetersizliği koşullarında sisteme bu denli bağımlılaşmış bir Türkiye ekonomisinin, kendini büyüterek varedebilme koşulları da, ancak zamanın ruhuyla kuracağı uyumla orantılı olacaktır.
Bu açıdan ekonominin mevcut göstergeleri ve gelişim yönü, özellikle alarm çalan son on günün verileri, "Türkiye'nin kapitalizminin, hukuk dışı ve demokratik olmayan, denetimsiz bir politikayı kaldırmadığını" gösteriyor. Dahası "önündeki bir yılda en az 200 milyar dolarlık dövize ihtiyacı olan bir ülkede, çoğulcu ve uzlaşmacı olmayan bir biçimde anayasa değişikliği girişimi döviz kurunun yukarı" (Uğur Gürses) itilişini süreğenleştirmekten başka bir sonuç veremeyecektir.
Bu gerçeklikte başkanlığın referandumla yasallaşması halinde bile, bu durumun memleketin sorunlarını azaltmaya en küçük bir katkısı olmayacaktır. Aksine böylesi bir olasılık, ekonomi ve iç toplumsal gerçekliğe, yanı sıra bölgesel ve küresel gerçekliğe karşı daha da kırılgan hale gelmemizi, Türkiye’nin huzur ve büyüme hayallerinin daha da imkânsızlaşmasını sağlamaktan başka işe yaramayacaktır.