Murat Yetkin, 17 Ağustos tarihli yazısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rize konuşmasından hareketle çarpıcı bir anekdotu, Louis Bonaparte’ın, “seçim yoluyla cumhurbaşkanı seçilip, iş başındayken darbe niteliğinde oldu bittilerle kendisini imparator ilan ettirme” örneğini anımsatmış.
Luis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ini, Kenan Evren’in 12 Eylül’ünden ayıran özellik, etkili bir oy desteğiyle iktidara geldikten bir müddet sonra, anayasal yükümlülüklerini askıya alarak Cumhuriyete karşı darbe yapan bir siyasetçinin hikâyesi olmasıdır.
12 Eylül’den beri bizi körelten bir “milli”likle dünya siyasal kültüründen iyice kopartıldığımız için yeni kuşaklar bilmeyebilir; ama hem olayın kendisi hem de Marx’ın ondan hareketle yaptığı çarpıcı atıflar nedeniyle Louis Bonaparte Darbesi, modern siyasal tarihin en önemli örneklerindendir.
***
Krallığa karşı cumhuriyet, eşitsizliğe karşı adalet talebiyle gerçekleşen 1848 Devrimiyle oluşan II. Cumhuriyet’in, bir haklar rejimi olarak kurumlaşamadan karşılaştığı kötü sürprizin hikâyesidir bu. Çünkü bu Cumhuriyet, seçilmişleri denetleyen yasa ve dengelerin ekarte edilmesini ve Cumhurbaşkanı Louis Bonaparte’ın tüm kurumlar üzerinde tahakküm kurmasını engelleyemeyecekti.
Murat Yetkin bu sürece ilişkin şu bilgileri aktarıyor:
“Louis Bonaparte, kısa sürede yönetim ve ordunun kilit noktalarına kendisine yakın isimleri yerleştirdi. Anayasa dört yılın sonunda yeni bir cumhurbaşkanı seçilmesini öngörüyordu. Meclis’te Anayasayı değiştirecek çoğunluğu bulamayınca Meclis’i dağıttı. Başkentte sokak çatışmalarının başladığı koşullarda yapılan üstüste iki halkoylamasıyla yeni bir Anayasa’yı ve ardından imparatorluğa dönüşü kabul ettirdi. Buna sadece Cumhuriyetçiler itiraz ediyordu ama güçleri engellemeye yetmiyordu.”
Devletin tüm kurumları üzerinden elde ettiği kontrolsüz güçle Louis Bonaparte, süreğen ve mutlak iktidarını sınırlayabilecek tüm demokratik ögelere karşı, 2 Aralık 1852’de darbe gerçekleştirecek ve kendisini “III. Napolyon” olarak imparator ilan edecekti.
Her ne kadar köylülerle esnafın umutları, değerleri ve korkularının istismarıyla sürdürülecekse de, Bonaparte’ın bu iktidarının ardındaki gerçek güç Fransız sermayedarları ve aristokrasisi olacaktı. Nitekim imparatorluğuna destek olan küçük mülk sahiplerinin yaşam kalitesi, tıpkı emekçilerinki gibi düşerken, sermayedarlar ve aristokrasininki yükselecekti.
Kısacası Fransa için bu gelişmenin anlamı, sadece cumhuriyetini bir kez daha kaybetmekle sınırlı kalmayacak, alt sınıflar da refah ve güvenlik kaybına uğrayacaktı. Protesto etme, örgütlenme, toplu sözleşme ve basın özgürlüğü dâhil Bonaparte’ın iktidarını sınırlayabileyecek her şey “güvenlik ve milli çıkar” gerekçesiyle bastırılacaktı; bu durumu meşru kılabilmek için “vatan”, “millet”, “din”, “bayrak” istismarı da gemi azıya alacaktı.
Ülkeyi sonu gelmez savaşlar felaketine sürüklemiş olan Napolyon Bonaparte'ın da yeğeni olan Louis Bonaparte, artık imparatorluğunu sürdüremez hale geldiği 1870’te, son bir hamle olarak Almanya’ya savaş açacaktı. Ancak halkının yükselen tepkilerinden imparatorluğunu kurtarmak için başlattığı bu savaş onu kurtaramayacak, aksine 2 Eylül 1870’te yenilirken, ardında yıkık bir ülke bırakacaktı.
Bu amca yeğen Napolyon’lara ilişkisin olarak Marx; Hegel’in, “Bütün büyük tarihsel olaylar ve kişiler, bir anlamda iki kez yinelenir” sözünü aktardıktan sonra ekler: “Ama birinci kez trajedi, ikinci kez komedi olarak!"
Tabii buradaki “komedi” tarihsel anlamdadır; bu duruma araç edilmiş ülkeler ve halklar ise, her seferinde benzer konumdaki ülkelerin gerisine düşmek, evlatlarını ve haklarını kaybetmek anlamında ağır bedeller ödemiştir.
***
Bu sıra dışı darbeyi bugünün Türkiye’sinde güncelleştiren gelişme ise, Cumhurbaşkanı’nın 14 Ağustos Rize konuşmasındaki malum, “ister kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye'nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir” sözleri olacaktır.
Kuşkusuz bu açıklama, Cumhurbaşkanının seçim öncesinden başlayarak sergilediği tutum açısından şaşırtıcı değil ama; “hayırdır, bu ülkede darbe oldu da biz mi kaçırdık?” tepkisini hak edecek ciddiyettedir.
Üstelik bu açıklama, her türden meşruiyet çiğnenerek içinden başkanlık çıkarılmaya çalışılmış bir seçimde % 11’lik bir oy kaybından sonra yapılmıştır; ki oylardaki bu çarpıcı düşüş, başkanlık hayallerinin “milli irade” tarafından alenen reddedilmesidir. Davutoğlu’nun da, “başkanlık tartışması bitmiştir” diyerek bunu teyit etmesine rağmen, “ister kabul edilsin ister edilmesin” vurgusu, durumun vahametini daha da arttırmaktadır.
Üstelik 7 Hazirandaki “milli irade”, sadece başkanlığı değil, AKP’nin tek başına hükümet olmasını da reddetmiş ve bir koalisyon ortağıyla hem kontrol altına alınmasını hem de izlediği politikaları değiştirmesini dayatmıştır.
Buna rağmen Erdoğan ülkeye; “şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir” şeklinde bambaşka bir gündem dayatmaktadır.
“Milli irade” vurgusunu, her türlü hukuksal denetimi reddetmenin gerekçesi olarak kullanmış bir muktedirin, kaybettiği ilk seçimle birlikte “milli irade”yi de reddetme örneği karşısındayız. Anayasayla belirlenmiş sınırlarını ve yaptığı yeminin gereklerini tanımayan, kendisini mevcut yasalar ve “milli irade”yle bağlı görmeyen, uymak durumunda olduğu her şeyi kendisine uyduran bu yönetimin ülkeyi yönetim tarzı da süreğen oldu-bittiler olmaktadır.
Hükümet kurmak için Kılıçdaroğlu’na görev verilmemesi, bu denli çok insanımızın ölümüne neden olan böylesi kritik bir süreçte Meclis’in tatilde tutulması, yarın ne olacağı ve ne olması gerektiğinin sadece Cumhurbaşkanınca bilinmesi, yasal dayanağı olmayan bir başkanlığın fiilen yürütülme örnekleridir.
***
Peki ama tüm bunlara rağmen “bu fiili başkanlığa hukuki çerçeve” çıkarılması mümkün mü?
Verilerin soğukkanlılıkla değerlendirilmesi halinde olmadığı görülecektir. Önceden de meşru olmayacaktı gerçi ama, böyle bir sonuç elde etmek için gerekli iç ve dış dayanaklar artık kaybedilmiş durumdadır.
Öncelikle ekonomik veriler açık bir düşüşe işaret ediyor. Bu düşüşün uzlaşmazlık ve yanlış politikalarda ısrardan kaynaklandığı gerçeği, AKP seçmenince de görülmeye başlanmıştır ki 7 Haziran sonuçları da bunun yansıması.
Üstelik günümüz Türkiye’si, Bonaparte Fransa’sından ayrımla; küresel sistemin bağımlı bir bileşeni ve bu gerçeklik, mutlak bir başkanlığın aksine Türkiye’yi adem-i merkeziyetçiliğe zorluyor.
Bu gerçeklikte her ne kadar başta esnaf ve köylülük olmak üzere halk güvenlik kaygılarına sokulmuşsa da, bu kaygının doğrudan başkanlık hedefine yedeklenmesi de mümkün değil. Çünkü iktidarı paylaşmama konusundaki keyfilik, kendisine karşı ayrıca İslamcı ve milliyetçi direnç odakları oluşmasını sağlamıştır.
Bonaparte’la kıyaslandığında Erdoğan’ın Türk sermaye sınıfının bütününü arkasına alabilmesi de imkânsızlaşmıştır. Çünkü emeğin haklarına karşı sınır tanımaz bir neo-liberal politika izlese de, devlet olanaklarını sadece kendi İslamcı sermayedarlarına akıtarak diğerlerini dışlamıştır.
Bu ortamda % 52’den % 41’e çarpıcı bir oy kaybına uğramış olması ve buna rağmen, uzlaşmayıp memleketi seçimlerin yinelenmesine zorlaması, başkanlığı daha da zorlaştıran ciddi bir meşruiyet kaybıdır.
Ve tabii bunlardan da önemlisi Kürt sorununda 90’ların inkâr ve ezme konseptine geri dönülmesidir ki bu sanılanın aksine başkanlığı daha da imkânsızlaştıran bir işlev görecektir. Çünkü mevcut konjonktür, Kürt sorununu, sadece Türkiye’de değil bölgede de artık bastırılamaz ve ötelenemez hale getirmiştir. Dolayısıyla başkanlıktaki ısrarın demokrasi ve barış için bir olanak değil, aksine çok daha büyük bir tehdit olduğu görülmüştür.
Sözü bitirirken yine Marx’ın; “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama özgür iradeleri ve kendi seçtikleri koşullar altında değil; önlerinde buldukları, mevcut ve geçmişten devraldıkları koşullar altında!” diyen bilgeliğini anımsatalım.
Bu bilgelik ışığında belirtilmeli ki tüm bu dışsal belirleyiciler ortamında Aksaray’dan kurulan oyun planının başarısı imkânsızdır. Ne ki bunun bir an önce kavranmasını sağlayacak bir sağduyuya ihtiyacımız var; aksi takdirde memleketimiz ve kardeşliğimiz çok ciddi tehditle karşı karşıya görünüyor.