Önceki yazımızda, Türkiye’nin uluslararası toplumla üç ana köprüsünün Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Konseyi (AK) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı (NATO) olduğunu vurgulamıştık. BM ve NATO ile ilişkilerin, kurucu belgelerinde tanımlanan felsefe ve ortak değerlere uyum içinde yürütülmesinin, Türkiye’nin uluslararası konumu ve saygınlığının güçlenmesinin güvencesi olacağını izah etmiştik. Aynı ilkesel yaklaşım AK için de eşit derecede geçerli.
Buradaki sorunun, Türkiye’nin en başından bu yana kurucu ve etkin üyesi olduğu AK’nın siyasi gündemde önemine orantılı düzeyde yer bulamaması ya da doğru veri temelinde tartışılmaması olduğunu düşünüyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sona ereli 76 yıl oldu. Dönemin siyasi aklı BM’yi merkezine koyduğu bir sistemi planladı ve geliştirdi. Uluslararası barış ve güvenliğin güçlendirilmesi ile sağlanacak istikrar zemininde sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşılmasını öngördü. Şimdi yapılması gereken, o siyasi aklın evrim geçiren koşullara uyarlanarak sürdürülebilmesi ...
Bu sistem işe yaradı mı? Bence evet. Tartışılabilir bulabilirsiniz ama olmasaydı şimdi bu sistemi yeniden keşfetmemiz gerekmez miydi?
Sistemin reform ihtiyacı var mı? Bu sorunun cevabı da evet. Uzun süredir devam eden reform çalışmalarından kısa dönemde sonuç beklenmediği bir gerçek. Ama çoğunluğun tutarlı bir yaklaşım konusunda uzlaşı sağlayabilmesi ile sistemde ağırlıklı etkiye sahip BM Güvenlik Konseyi beş daimi üyesinin de (P5) uzlaşıya yaklaşmak durumunda kalabileceği düşünülebilir.
BM’nin yeterli olamadığı düşünülen konularda da gerçekçi olmak gerekir. BM hükümetler arası bir kuruluş, Genel Sekreter’in başında olduğu BM sisteminin uygulama yeteneğinin, üye devletlerin aldığı (ya da alamadığı) kararlar ve bunların uygulanması için sağladığı (ya da yeterince sağlamadığı) kaynaklar ile sınırlı olduğu hatırlanmalı.
Özetle, reform çabalarının sürdürülmesi koşuluyla, BM sistemine sahip çıkılmasını savunmaya devam edeceğiz.
BM’ye destek için, BM temel felsefesini esas alan ve küresel sistemi destekleyici nitelikte bölgesel örgütlerin zaman içinde her kıtada ortaya çıktığını görüyoruz. 1949 doğumlu Avrupa Konseyi de bu sürecin bir ürünüdür.
Avrupa Konseyi, 1945 tarihli BM Antlaşması ve 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde yer alan ilkelerin bölgesel düzeyde etkin uygulaması olarak görülebilir. Temel hedef, ortak değerler temelinde ortak hukuk alanı geliştirilmesi, bu zeminde oluşan sözleşme sisteminin etkin ve denetlenebilir şekilde uygulanması, böylece geniş Avrupa coğrafyasında “demokratik güvenlik” anlayışının güçlenmesidir.
Bu anlayışla, Avrupa Konseyi zemininde, başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) olmak üzere, 225 sözleşme geliştirilmiş ve yürürlüğe konmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 47 devletin egemenlik alanında yaşayan her birey için hukuken bağlayıcı bir hak arama yoludur. Bunun dışında, sözleşme denetim mekanizmaları ve Venedik Komisyonu gibi danışma organları da, üye devletlerde demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları standartlarını yükselten ve uygulamalarını destekleyen işlevler yerine getirirler.
Avrupa Konseyi bugün Avrupa’nın batı kıyısından Rusya’nın doğu kıyısına kadar uzanan geniş bir coğrafyada toplam 830 milyon dolayında nüfusu barındırır. Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’da 23 olan üye devlet sayısı bugün 47’ye ulaşmıştır. Tanımladığımız coğrafyada bu aşamada Avrupa Konseyi üyesi olmayan iki devlet var: Belarus ve Kosova.
Bu yazı dizisinde Avrupa Konseyi ve Türkiye işbirliğinin önemini ortaya koymaya çalışacağız.
Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ne üyelik süreci 13 Nisan 1950’de tamamlanmıştır. Kurucu üyeler arasında sayılır. Bu önemli ve ayrıcalıklı bir konumdur.
Avrupa Konseyi, Türkiye’nin seçimi doğrultusunda, ülkede demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları standartlarının yükseltilmesi sürecinde yönlendirici ve destekleyici bir işlev yerine getirmiştir.Türkiye de Avrupa Konseyi sözleşme sisteminin geliştirilmesine ve Avrupa’da demokratik güvenliğin güçlendirilmesine önemli katkılarda bulunmuştur.
Özetle; Türkiye ve Avrupa Konseyi ilişkisi, karşılıklı yarara hizmet eden bir anlayışla yürütülegelmiştir.Uzun yıllar, Türkiye’de siyasi yönelimin Avrupa Konseyi standartlarına yakınlaşmayı benimsediğini ve bu yönde çabaları desteklediğini görüyoruz. Son dönemde bu ilişkide uzaklaşma olduğu izlenimi veren yönelim ve yaklaşımın, Türkiye’nin yalnız Avrupa’da değil, küresel düzlemde de etkinlik ve saygınlığını olumsuz yönde etkilemesi kaçınılmazdır. Bu yönelim ve yaklaşımın gözden geçirileceğini umarız.
Türkiye ve Avrupa Konseyi arasında yakınlaşma, iki tarafında ortak yararına olacaktır. Yakınlaşma, Türkiye’de siyasi istikrar, sosyal huzur ve ekonomik refahın gelişmesinin önündeki engellerin aşılmasına, uluslararası etkinlik ve saygınlığının güçlenmesine önemli katkı sağlayacaktır. Aynı zamanda, Avrupa’da demokratik güvenliğin önemli bir güvencesi de olacaktır.
İzleyen yazılarımızda, Türkiye ile Avrupa Konseyi arasında “yakınlaşma” ve “uzaklaşma” dönemlerini ve unsurlarını incelemeye devam edeceğiz.