Yüz yıllardır kısaca insan hakları olarak tanımladığımız temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi için çalışılıyor. Neden? İnsan onuruna yakışan yaşam koşullarının oluşturulabilmesi için … Farklılıkların uyum içinde birlikte yaşayabilmeleri için … Barış, huzur, refah için … İnsanların evrensel düzeyde saygınlığı için …Sonunda İkinci Dünya Savaşı dönüm noktası olmuş. Siyasi akıl uluslararası güvenlik mimarisini yeniden düzenlemiş. İnsan haklarına saygı ve sosyal adaletin barış ve güvenliğin teminatı olduğu gerçeğini anlamış. Ekonomik refahın ancak bu koşullarda gerçekleşebileceğini belirlemiş. Bu ortak değer temelinde ortak hukuk alanı oluşturulabilmesi amacıyla hukuken bağlayıcı, denetlenebilir bir sözleşme sistemi kurulmuş.
Türkiye nerede? Bu sürecin merkezinde. 75 yıl önce Birleşmiş Milletler’in kurucu üyeleri arasında yer almış. 70 yıl önce demokrasi, hukuk ve insan hakları örgütü Avrupa Konseyi’nin de kurucu üyesi olmuş. Demokrasi olmanın katılım koşulu olan NATO’ya üye olmuş. Avrupa’da bölünmüşlüğün sona ermesinde kilit rol oynayan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın aktif bir katılımcısı olmuş. Tüm bu forumlarda geliştirilen belgelerin hazırlanmasına önemli katkılarda bulunmuş, sözleşmelere taraf olmuş, Anayasa’sına 2004’te eklediği hüküm ile, uluslararası sözleşmelerin Anayasa’ya aykırılığı öne sürülemeyecek kanun hükmünde olduğunu kayda geçirmiş.
Tüm bunlar Türkiye’ye uluslararası saygınlık kazandırmış. Ülkede demokrasi standartlarının yükseltilmesi konusunda bir dönem anlamlı ilerleme kaydedilmiş, geleceğe umutla bakılmış. Böylece sosyal ve ekonomik refahın geliştirilmesinin yolu açılmış. Bunları dar ve kısır siyasi hedeflere feda etmek ülkenin, toplumun yararına olabilir mi?
Kadınlar tarih boyunca dünyanın her yerinde eşitliğin peşinde olmak, kadınlara yönelik ayrımcılığa direnmek, şiddeti ve cinayetleri sona erdirmek mücadelesi içinde olmuşlar. Fiziksel gücün siyasi, sosyo-psikolojik, ekonomik ve sonunda hukuksal düzlemlerde ortaya çıkardığı eşitsizlikle yaşamak zorunda kalmışlar, kalmaktalar … Son yarım yüz yılda dünyanın bir bölümünde bu alanlarda ilerleme kaydedilmiş, diğer bölümleri yerinde saymaya, hatta geriye gitmeye devam etmiş. İki dünya arasında farklar genişledikçe, gerilim de tırmanmış.
Çatışma; insan onuruna uygun eşitlik temelinde insan haklarını savunanlar ile, cinsiyetlere ayrımcılığa dayalı roller tanımlayan sistemi korumaya çalışanlar arasında. Yani, ileri uygarlık düzeyine uyumu hedefleyenler ile çağdaş uygarlıkla çatışanlar arasında.
Türkiye de bu çatışmanın dışında değil. Geçmişte siyasi iradenin yönelimi ve gücüne bağlı olarak, uluslararası insan hakları hukukunun geliştirilmesine yapıcı katkılarda bulunduğu bir gerçek. Ya şimdi buna uyumda gözlenen tereddüt nasıl açıklanır? İç siyasi parametrelerin evrimine bağlı değişimin de etkisiyle, Türkiye’nin de katkısıyla geliştirilen çağdaş normlara uyum ihtiyacı ile bu normlara direnç arasında derinleşen çatışma mı?
Seçenekler belli; uygar dünyanın parçası olmaya devam etmek, böylece siyasi istikrar ve sosyo-ekonomik refah düzeyini yükseltmek; ya da tersi … Atatürk’ün temellerini attığı laik, demokratik cumhuriyetin uygar dünya ile bütünleşmeye devam etmek dışında seçeneği olabilir mi?
Cinsiyet eşitliği, kadın hakları, ayrımcılığın önlenmesi, şiddet ve cinayetlerin durdurulması, bugün uluslararası insan hakları hukukunun, temel hak ve özgürlükler paketinin en önemli unsurları arasında. Birleşmiş Milletler’in “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi” (CEDAW) ve Avrupa Konseyi’nin “Kadınlara Karşı Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişki Sözleşme” (İstanbul Sözleşmesi), bu alandaki temel belgeler. 2011’de İstanbul’da imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi’nin onuncu yılındayız.
Türkiye bu belgelerin geliştirilmesinde aktif rol oynamış, bu sözleşmeler Anayasa 90 uyarınca Anayasa’ya aykırılığı öne sürülemeyecek nitelikte kanun hükmünde. Zaten İstanbul Sözleşmesi ile uyumlu 6284 sayılı kanun da var. Dolayısıyla normatif eksiklik yok.
Sorun nedir? Uygulama(ma) iradesi ve cezasızlık kültürü. Böyle olunca, caydırıcılık, önleyicilik sağlanamaz. Kaldı ki, cezasızlık tersine özendirici rol oynar.
Bunları daha da ayrıntılı olarak önceki bir yazımızda anlatmıştık.
Kadınların eşitsizlik, ayrımcılık, fırsat eşitsizliği ve şiddet sorunları devam ediyor. Öldürülüyorlar … Hangi uygar insan bunu kabul edebilir, buna göz yumabilir? Bu yalnız kadınların değil, hepimizin mücadelesi; uygar ölçülere sahip, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi değerlerini benimseyen herkesin mücadelesi.
Kültürel dönüşüm için her düzeyde insan hakları eğitimi gündemde öncelikler arasına alınmalıdır.
Birleşmiş Milletler sözleşmesine (CEDAW) ve İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkılmalıdır. Anayasa ve 6284 sayılı kanun etkinlikle uygulanmalıdır. Cezasızlık kültürü sona ermelidir.
Akademi, sivil toplum ve medyanın görüşleri karar süreçlerinde dikkate alınmalıdır. Bu da katılımcı demokrasinin gereği değil mi?
Kısaca, kadınların eşit haklara ve fırsatlara sahip olmaya, şiddete maruz kalmadan yaşamaya yönelik haklı talepleri desteklenmelidir.
Bilinen gerçekleri yeniden keşfeden planlara değil, mevcut normların etkin uygulanmasına ihtiyacımız var. Bu arada normatif eksiklikler de tamamlanabilir.
Dünya Kadın Hakları Günü kutlu olsun!
Emekli büyükelçilerin katılımıyla faaliyetleri genişleyen Ankara Politikalar Merkezi’nin (apm.org.tr) bugün yayınladığı “8 Mart Dünya Kadınlar Günü Bildirisi” bu konuya ışık tutucu nitelikte, ilgilenenlere okumalarını öneririm.