İnsan Hakları Eylem Planı açıklandı. Planda olan unsurlar zaten Türkiye’nin de katkısıyla geliştirilen uluslararası insan hakları hukukunda ve iç hukukumuzda yer alıyor. 1948 doğumlu İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni ve onun yol göstericiliğinde hazırlanan temel insan hakları sözleşmelerini yeni mi keşfediyoruz? Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi değil miyiz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf değil miyiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu yargı yetkisini tanımadık mı, bunlara uyum yükümlülüğü başta Anayasa olmak üzere hukuk sistemimizin temelini oluşturmuyor mu ... Eylem Planı bir sempati kazanma girişimi miydi?
Yine de Eylem Planı’nın açıklanmış olmasına olumlu açıdan bakalım. Yükümlülükleri hatırlatan niyet beyanı ve uygulama iradesi olarak görelim. Bunların uygulamaya yansımaması; tersine demokrasi, hukuk ve insan hakları standartlarından uzaklaşmanın devam ettiği görüntüsü veren gelişmeler, içeride ve dışarıda güven kaybını derinleştirmez mi?
Ne yazık ki böyle oldu. Uygulamada henüz olumlu bir adım görülmemişken, tersine gelişmeler karamsar bir tablo oluşmasına yol açtı.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün anlamını önceki yazımızda etraflıca analiz etmiştik. Kutlama ve bu günün önemine dikkat çekme amacıyla düzenlenen gösterilere orantısız güç kullanılarak müdahale edildi. Demokratik bir hakkı kullanmak isteyen göstericilerin insan haklarına ve onuruna yakışmayan yöntemlerle gözaltına alındıklarını gösteren haberler ve fotoğraflar cesaret kırıcı oldu.
Toplanma ve gösteri özgürlüğü, katılımcı demokrasi ve çoğulculuğun temel taşları arasındadır. Hukuk yükümlülüğü boyutunun yanı sıra, insan onuruna ve insan haklarına saygının gereği olduğunu da, Boğaziçi Üniversitesi’nde devam eden gösteriler bağlamında da 8 Şubat 2021’de vurgulamıştık.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olanları ve bir parti için açılan kapatma davasını da, ne iç kamuoyuna, ne de dış kamuoyuna, demokrasi standartları açısından ikna edici şekilde anlatabilmenin mümkün olamadığını gözlemekteyiz.
İstanbul Sözleşmesi’nin neden Türkiye’nin uluslararası alanda gurur ve saygınlık kaynağı olduğunu da 14 Ocak 2021’de ayrıntılı olarak izah etmiştik.
Türkiye, bugün uluslararası alanda en önemli insan hakları belgelerinden biri olan İstanbul Sözleşmesi’nin (Kadınlara Karşı Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) sahibiydi. Sözleşme metni, Türkiye’nin Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı (Kasım 2010-Mayıs 2011) sırasında, Türkiye’nin yönlendirici katkıları ile geliştirilmişti. Mayıs 2011’de İstanbul’da yapılan Bakanlar Komitesi toplantısı sırasında imzaya açılabilmesi, yine Türkiye’nin yapıcı diplomasisi ile mümkün olabilmişti.
Sözleşme’yi ilk imzalayan Türkiye. Sözleşme’yi herhangi bir çekince koymadan ilk onaylayan Türkiye. Üstelik onayın TBMM’de tüm siyasi kesimlerin uzlaşısı ile gerçekleştiğini de hatırlayalım. Diğer devletleri Sözleşme’ye taraf olmaya davet eden yine Türkiye.
Sözleşme ile uyumlu 6284 sayılı kanunu kısa sürede yürürlüğe koyan da Türkiye.
Sözleşme’nin 2014’te yürürlüğe girmesi üzerine kurulan Taraf Devletler Komitesi’nin ilk başkanı Avrupa Konseyi’ndeki Türkiye Büyükelçisi. Sözleşme’nin taraf devletlerde uygulanmasını izleyen denetim organı GREVIO’nun ilk başkanı, komitedeki Türk üye.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nin sahiplenmesi için yapılabilecek başka bir unsur aklıma gelmiyor.
Sözleşme’nin feshedilmesi yöntemi ile ilgili tartışmaları izleyeceğiz. İç hukukumuz bakımından tartışmalı bir yöntem olduğu anlaşılıyor. O tartışmaya burada girmiyoruz, gelişmeleri göreceğiz.
Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu Birleşmiş Milletler, insan haklarına saygı ve sosyal adaleti, barış ve güvenliğin temeli olarak tanımlar. Tarihsel deneyimlerin bu yaklaşımı desteklediği kuşkusuz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında geliştirilen uluslararası insan hakları hukuku bu anlayışa dayanır. Birleşmiş Milletler’de ortaya konan öneri temelinde Avrupa Konseyi tarafından geliştirilen İstanbul Sözleşmesi de bu hedefe yönelik dönüm noktalarından biridir.
İstanbul Sözleşmesi, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin de yol açtığı kadına karşı şiddeti tanımlar, nedenlerini inceler, önlenmesine yönelik yol gösterir.
Bunun dışında, siyasi hedeflere ve tercihlere bağlı olarak Sözleşme’ye yönelik bazı tanımlamaların bir temeli olmadığı, şimdiye kadar kapsamlı şekilde izah edildi. Bunlara yeniden girmeyi gerekli görmüyoruz. Sözleşme’de kimsenin rahatsız olmasını gerektiren bir unsur yoktur.
İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışma öteden beri var, ama şimdi olduğu gibi görünür ve güçlü değildi. On yıl önceki siyasi parametrelerde, Sözleşme’nin sahibi olmanın sağladığı gurur ve saygınlık öndeydi. Şimdi, değişen iç siyasi parametrelerde, Sözleşme’ye karşı olan kesimin siyasi karar sürecindeki rolü ve etkisi zaman içinde arttı.
Temel sorun şöyle tanımlanabilir: Bir yanda, insanların eşitliği temelinde, insan onurunun korunması amacıyla geliştirilen insan hakları normlarını savunanlar; diğer yanda, insanlar ve bu çerçevede kadın ve erkek arasında ayrımcılığa dayalı hiyerarşik sosyo-ekonomik roller içeren sistemi sürdürme yanlıları arasındaki karşıtlık.
Özetle; sosyal barış, istikrar ve ekonomik refah için insan hakları hukuku temelinde ilerleme yanlıları ile eşitsizliğe dayalı statükonun korunması arasındaki çatışma.
İstanbul Sözleşmesi, karşıtların iddia ettiği unsurları içermez. Vahim bir insan hakları ihlali olan kadına karşı ya da aile içi şiddetin caydırılmasını, önlenmesini, cezalandırılmasını amaçlar. Şiddetin tümüyle tasfiyesi ile kadın-erkek eşitliğinin sağlanması arasındaki bağlantıyı tanımlar.
Türkiye’nin, sahibi olduğu, uluslararası gurur ve saygınlık kaynağı İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, uluslararası konumu bakımından bir felaket senaryosunun başlangıcı olarak görülebilir. Bundan geri dönmenin yolunun bulunacağını umalım.
Türkiye’nin; iç siyasi istikrarı, sosyal uyumu ve ekonomik refahı için demokrasi, hukuk ve insan haklarına saygılı bir sistemi güçlendirmesi kaçınılmaz. Bu, uluslararası saygınlığı, güvenilirliği ve ekonomik etkinliği için de gerekli. Başka seçenek yok, daha doğrusu olumlu bir senaryo seçeneği yok.
Temenni edilmemekle birlikte, korkulan senaryo durumunda sırada hangi adımların gelebileceğine bakalım.
İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olanların temel olarak kadın-erkek eşitliğine ve buna bağlı sosyal cinsiyet kimliği tanımlamasına itiraz ettikleri anlaşılıyor. Cinsiyet eşitliğinin olmadığı erkek egemen toplumda kadına sınırlı bir toplumsal kimlik tanımlamasını sürdürmeyi hedefledikleri görülüyor. Bu durumda, Türkiye’nin taraf olduğu diğer uluslararası belgelerin de gözden geçirilmesi gerekecek. Bunun da ötesinde, iç hukukta düzenlemelere ihtiyaç duyulacak.
En başta Anayasa, taraf olunan uluslararası belgeleri, Anayasa’ya aykırılığı öne sürülemeyecek nitelikte, iç hukukun üstün parçası sayıyor.
6284 sayılı kanun, İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olunması üzerine, iç hukukun Sözleşme’ye uyarlanması amacıyla yürürlüğe girmişti. Türkiye, artık Sözleşme’nin sahibi olmamaya karar verdiğine göre, bu kanun ile ilgili tutumu ne olacak? Kadına karşı şiddetin önlenmesi mücadelesi hangi hukuki temelde yürütülecek?
Türkiye’nin taraf olduğu ve başlangıçtan bu yana sahiplendiği “Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi” de (CEDAW), kadın-erkek eşitliğini temel alan bir insan hakları hukuku belgesidir. İstanbul Sözleşmesi’nin de ilham kaynağıdır. Uluslararası insan hakları hukukunu oluşturan tüm belgeler, eşitliğin sağlanması ve ayrımcılığın önlenmesi temeline dayanır. Bu sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülükler nasıl yerine getirilecek?
Türkiye’nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin temel felsefesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve diğer sözleşmeler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı ... Hepsi insan onuruna saygıyı ve cinsiyet eşitliğini temel alan belgeler.
Bu arada, hatırlatmış olmayalım ama, arada bir gündem gelen idam cezası tartışması ve uygulaması ise, felaket senaryosunun son perdesi olma potansiyeli taşır.
Türkiye’nin iç siyasi istikrarı ve ekonomik refahı, demokrasi standartlarına uyumu ile doğru orantılıdır. Aynı şekilde, uluslararası saygınlığı ve güvenilirliğinin ön koşulu da, demokrasi, hukuk ve insan haklarına saygıdır.
Söylem ile bir yere varılamaz. Herkes uygulamaya bakar.
Hem Batı ile ilişkileri güçlendirme ve Avrupa ile bütünleşme hedefi ortaya koymak, hem de demokrasi standartlarından uzaklaşmak olmaz.
Demokrasi standartlarını yüksek tutabildiğimiz ölçüde, uluslararası karşıtlarımıza yönelik haklı eleştiri ve beklentilerimiz de anlam kazanır.
Türkiye’nin iç istikrarı ve uluslararası saygınlığı, iç siyasi hesaplar nedeniyle yıpratılmamalıdır. Belki bir siyasi kesim için kısa dönemde sağlanabilecek sınırlı gelişmeler, sonrasında onlar da dahil herkes için kalıcı hasara yol açar. İktidara gelmek ve iktidarda kalmak siyasetin temel amacıdır. Ama, aynı derecede önemli olan, demokratik siyaseti çoğulculuk temelinde toplumsal yarar hedefine yönelik sürdürebilmektir.