Avrupa Konseyi’nin (AK) uluslararası güvenlik mimarisindeki önemli rolünü beş yazıdan oluşan dizide kapsamlı olarak ele almıştım. AK’nın Avrupa’da ve ötesinde “demokratik güvenlik” koşullarının oluşturulmasına yönelik işlevini vurgulamıştım. Türkiye’nin uluslararası konumu ve saygınlığı bağlamında, Birleşmiş Milletler (BM) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı (NATO) ile birlikte, AK üç ana köprüden biridir. Bu bağlamda diğer aday Avrupa Birliği (AB) ile köprünün en azından bu aşamada geçişe kapalı olduğunu biliyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı’nın örgütlenmesi ve dayanışmasının temel sütunu, demokrasi, hukuk ve insan hakları alanında oluşturulan ortak hukuk alanıdır. Türkiye yakın geçmişe kadar bu alanın önemli bir aktörüydü. Bu konumun yeniden kazanılması, Türkiye’nin iç siyasi istikrarı ve uluslararası etkinliği için önemli güvencelerden biri olacaktır.
Türkiye’nin Batı dayanışması içindeki güvenilir konumunu yeniden kazanması ve Batı ile ilişkilerinde istikrarlı bir yaklaşımı sürdürmesi, bölgesel ve uluslararası barış ve güvenlik için de güvence olacaktır. Tersine bir gelişmeden olumlu sonuç ya da kalıcı kazanım beklemek gerçekçi değildir.
AK’nın hukuken bağlayıcı karar alabilen hükümetler arası yürütme organı Bakanlar Komitesi’nin başkanlığı, üye devletler tarafından alfabetik sırayla ve altı aylık dönemler boyunca yapılır.
Türkiye son kez Kasım 2010 - Mayıs 2011 döneminde AK Bakanlar Komitesi başkanlığını yürütmüştü. O dönemde 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da Türkiye’nin başkanlığında yapılan Bakanlar Komitesi toplantısında, “Kadınlara Karşı Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” (İstanbul Sözleşmesi) de imzaya açılmış, ev sahibi olarak Türkiye ilk imzayı atmıştı. Sözleşme’nin bu toplantıda imzaya açılabilmesi, Türkiye’nin yapıcı diplomasisi ile mümkün olabilmişti. Sözleşme 2012’de TBMM’de tüm partilerin uzlaşısı ve oybirliği ile çekince konmadan onaylanmıştı. Türkiye Sözleşme’nin imzaya açılmasını sağlayan, ilk imzalayan ve ilk onaylayan devlet olarak büyük bir saygınlık kazanmıştı.
Güncel Bakanlar Komitesi başkanlığı, Mayıs-Kasım 2022 dönemi için, İrlanda tarafından yürütülüyor. İrlanda, diğer önceliklerin yanı sıra, kadına karşı, aile içi ve cinsel şiddete sıfır toleransı da dönem başkanlığı hedefleri arasına eklemiş. Bu konuda İstanbul Sözleşmesi’nin ilham kaynağı olduğunu vurguluyor.
Şiddetin eşitlik yoluyla önlenmesi temasıyla Dublin’de düzenlenen toplantının sonucunda 30 Eylül 2022’de kabul edilen Dublin Deklarasyonu 46 AK üyesi devletin 38’i tarafından onaylanmış.
Türkiye bu devletler arasında değil... Yazık, kaçırılan bir başka fırsat!..
İrlanda Adalet Bakanı; kadına karşı, aile içi ve cinsel şiddetin önlenmesi mücadelesinde temel unsur olan kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğe yol açan koşulların ele alınması gerektiğinin altını çizmiş. Bakan, günümüzde Avrupa’da her üç kadından birinin fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kaldığını, her 20 kadından birinin tecavüze uğradığını, her beş kadından ikisinin psikolojik şiddet yaşadığını hatırlatmış. Bu vahim insan hakları ihlali ile mücadelede sıfır tolerans ve ortak çaba çağrısında bulunmuş.
Doğru bir yaklaşım, ben de kadına karşı şiddetin temel olarak eşitsizliğin türevi olduğunu savunuyorum. Şiddetin caydırılması, önlenmesi ve cezalandırılması için yasal ve idari önlemlerin geliştirilmesi önemli. Ancak, uzun dönemli ve kalıcı çözüm, kadın ve erkek arasında eşitsizliğin giderilmesine yönelik olarak sağlanabilecek ilerlemeye bağlı.
Dublin Deklarasyonu’nda bu amaçlar kapsamında siyasi ve hukuki düzenlemelere, kamu görevlilerinin ve yargı mensuplarının hizmet içi eğitimlerine, kamuoyunda farkındalık yaratmaya yönelik ilkelere ve önlemlere yer verilmiş.
“Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması BM Sözleşmesi” (CEDAW) ya da İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olsa ya da olmasa da, kadınlara karşı ayrımcılığın ve şiddetin önlenmesini amaçlayan ilkeler ve düzenlemelere katılmaktan kaçınılması, ne anlaşılabilir, ne de kabul edilebilir...
Keşke Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmese ve uluslararası alanda çok önemli bir kazanımı kaybetmeseydi...
Bu yanlıştan dönüleceği ve bir gün İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden taraf olunacağı konusunda iyimserliğimi sürdürüyorum.
Bu aşamada Sözleşme’den çekilmiş olsa bile, keşke Dublin Deklarasyonu’na katılsaydı. Bu Deklarasyon kapsamındaki hangi ilke ya da önleme hangi gerekçe ile karşı çıkılabildiğini anlamak ya da gerekçe olarak öne sürülebilecek açıklamaları kabul etmek mümkün değil.
Keşke bu fırsat değerlendirilebilseydi...
Bu konuya ilişkin gelişmeleri ve gözlemlerimi daha önce ayrıntılı olarak yazmıştım. Tekrarlamaya gerek duymuyorum. İlgi duyanlara 21 Mayıs 2021 tarihli yazımı okumalarını önerebilirim. Yine de bazı önemli unsurları hatırlatmak amacıyla kısa bir özet sunmak isterim.
2011’de Türkiye AK Dönem Başkanı’dır. AK Dışişleri Bakanları toplantısı 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da düzenlenir. Kadına karşı ve aile içi şiddetin önlenmesi amacıyla hazırlanan AK sözleşmesi burada imzaya açılır ve “İstanbul Sözleşmesi” olarak adlandırılır. Ev sahibi olarak Türkiye ilk imzayı atar. Türkiye bu arada Sözleşme ile uyumlu 6284 sayılı kanunu çıkarır. Sözleşme 2012’de TBMM’de tüm partilerin uzlaşısı ile onaylanır. Türkiye Sözleşme’yi onaylayan ilk ülkedir. Sözleşme çekincesiz onaylanmıştır.
Yeterli sayıda devletin onayı ile Sözleşme’nin 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmesi üzerine oluşturulan Taraf Devletler Komitesi’nin ilk başkanlığını, Avrupa Konseyi nezdindeki Türkiye Büyükelçisi olarak ben yürüttüm; bu görevi iki dönem boyunca yaptım. Sözleşme’nin bağımsız uzmanlardan oluşan denetim organı GREVIO’ya seçilen Türk üye, Prof Dr Feride Acar, bu organın başkanı oldu; bu görevi iki dönem boyunca yürüttü.
Sonuç olarak; Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nin sahibiydi. Diplomasi tarihimizdeki gurur kaynaklarımızdan biriydi İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin uluslararası saygınlığı için önemli bir kazanımdı. Yazık oldu!..
İstanbul Sözleşmesi, bugüne kadar, 46 AK üyesinden 37’si tarafından onaylandı. Sözleşme’yi imzalayan yedi üye devlet ve AB’nin onay işlemleri henüz sonuçlanmadı. Azerbaycan ve Rusya Sözleşme’yi imzalamayan iki AK üyesiydi. Rusya’nın AK üyeliğinin 16 Mart 2022’de sona ermesi üzerine, AK’da Sözleşme’yi imzalamayan yalnız Azerbaycan kaldı. Sözleşme’den çekilen tek devlet Türkiye. Yani, 46 üyeli AK’da İstanbul Sözleşmesi ile bağı olmayan yalnız iki devlet var: Azerbaycan ve Türkiye. Yani bu ikiliye karşı tüm AK...
Uluslararası saygınlık ve yumuşak güç böyle kazanılabilir mi? Dönemsel koşullara bağlı kazanımlar geçicidir. Kalıcı saygınlık ve etkinlik, ancak hukuk ile çatışmaya son verilerek sağlanabilir.
İstanbul Sözleşmesi, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin de yol açtığı kadına karşı şiddeti tanımlar, nedenlerini inceler, önlenmesine yönelik yol gösterir. Bunun dışında, farklı siyasi hedeflere ve tercihlere bağlı olarak Sözleşme’ye yakıştırılan tanımlamalar doğru değildir. Sözleşme’de kimsenin rahatsız olmasını gerektiren bir unsur yoktur. Bu konularda 21 Mart 2021 tarihli yazımda kapsamlı bilgi vermiştim.
Türkiye 11 Mayıs 2011’de İstanbul Sözleşmesi’nin imzaya açılmasını sağlayan, ilk imzalayan ve çekince koymadan ilk onaylayan devlet olarak uluslararası alanda önemli bir kazanım elde etmişti.
Türkiye, on yıl sonra, 19 Mart 2021 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararı uyarınca AK’ya yapılan bildirim üzerine, 1 Temmuz 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi. İç siyasi parametrelerdeki dönüşüme bağlı olduğu anlaşılan bir değişim sonucunda İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme bildiriminde bulunması, bu önemli kazanımın kaybedilmesine yol açtı. Bunun da ötesinde, insan hakları hukukuna bağlılığı konusunda yeni soru işaretlerinin oluşması sonucu doğdu. Yani yumuşak gücü darbe aldı.
Çekilmenin hukuk temelinin tartışılmasının sonucu etkileyeceğini düşünmüyorum. Bu bir siyasi tercihtir. Hukukun dikkate alınmadığı, parlamenter ve yargısal denge ve denetim mekanizmalarının etkisiz kılındığı koşullarda, iç tüketime yönelik olarak alınan siyasi kararın hukuki temelinin tartışılmasından sonuç alınması beklenemez. Yüksek yargı organı Danıştay’ın bu konuda çoğunlukla aldığı çekilme sürecinin hukuki olduğuna ilişkin kararın ciddi hiç bir hukukçu tarafından haklı bulunması mümkün değil.
Yine de konunun hukuk boyutunu incelemek isteyenlere, özellikle Prof Dr Bertil Emrah Oder’in söyleşisini okumalarını öneririm.
Bu yanlıştan dönüş, yeniden hukuk zeminine, demokrasi ve insan hakları odaklı siyasi iradeye dönüş ile gerçekleşebilecektir.
Kadına karşı, aile içi ve cinsel şiddet, günümüzde en vahim insan hakları ihllalleri arasındadır. Kadın ve erkek arasında varlığını sürdüren sosyo-kültürel, siyasi, ekonomik ve hukuki eşitsizliğin türevidir. Kadınlara karşı ayrımcılığın ve şiddetin önlenmesine yönelik olarak geliştirilen CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi dahil normlar, örneğin yaşam hakkı ve işkence yasağı gibi, uluslararası hukukta “üstün hukuk” (jus cogens) sayılmalıdır.
Uluslararası hukuk topluluğunun bu konuyu ele almasını ve bu yönde adım atılmasını diliyorum.